25 Ocak 2016 Pazartesi

                     

                     CİNSİYETİN TOPLUMSAL İNŞASI VE MEDYA: ÖRÜMCEK KADININ                                     ÖPÜCÜĞÜ FİLMİ İNCELEMESİ 
                                                                                                                 Şivan Benek[1]

          Giriş:
          Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsiyet rolleri gibi kavramlar artık günümüzde çok sık tartışılan ve sorunsallaştırılan kavramlar olmuştur. 1970’lerle ivme kazanan feminist ve eşcinsel hareketleri ile birlikte toplumsal cinsiyet ve uzantıları olan toplumsal baskı ve ötekileştirme mefhumları artık yapı bozumuna uğratılmaya çalışılmaktaydı. Biz de bu kavramların ya da rollerin görünürlük kazandığı alanlardan biri olan sinema üzerinden, mevcut tartışmalara bakmaya çalışacağız. “Örümcek Kadının Öpücüğü” filmi üzerinden özellikle toplumsal cinsiyet, Marksizm ve toplumsal cinsiyet, Marksizm ve queer ilişkilerini bu çerçevede ele almaya çalışacağız.

                                               Toplumsal Cinsiyet
         Toplumsal cinsiyet, insanların eril ve dişil olarak, üremeye dayalı bölünmesi kapsamında veya bu bölünmeyle bağlantılı olarak örgütlenmiş pratik anlamına gelir ( Connell, 1998:190). Dişil ve eril biyolojik bedenlerimiz süreç içerisinde toplumsal olarak şekillendirilmektedir. 1960’ların sonu ile başlayan kuramsal tartışmalar artık cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerinde, egemen söylemin aksi yönünde bir tavır sergilemeye başlamaktaydı. Eril iktidarın, zamanla denetimi ve kontrolü toplumsal mecralarda ele geçirdiği ve bu ayrımı derinleştirdiği, geliştirilen tartışmalarda ana izlekleri oluşturmaktaydı. Cinsiyetlerimize bağlı olarak geliştirdiğimiz davranışlarımızın bizden bağımsız bir biçimde şekillendiği ve müdahalelerle bir sınırın çizildiği üzerinde durulmaktaydı. “Katı cinsiyet rolleri ve davranışı biyolojik doğamızın özünde değil. Daha ziyade toplumumuzun doğasının özünde”(Wolf, 2012:192)dir.
        “Toplumsal cinsiyet bir nesne olmaktan çok bir süreçtir. Dilimiz, özellikle de bu dilin kategorileri, bizi somutlaştırmalara yöneltir….burada belirtilen süreç katı bir biçimde toplumsaldır ve toplumsal cinsiyet, toplumsallık içerisinde yer alan bir fenomendir. Biyolojik sürecinkinden çok farklı bir temelde kendi ağırlığına ve tutarlılığına sahiptir”(Connell, 1998:191). 1970’lerde yükselişe geçen kadın hareketleri cinsiyetin ve buna bağlı olarak kadın-erkek rollerinin zaman içerisinde toplum tarafından belirlendiğini haykırmaktaydılar. Bu söylemi, ataerkinin/patriyarkanın varlığı ile ve bunu ters yüz etme inancıyla geliştirdiler. Hartman patriyarkayı, “ maddi bir temeli olan ve erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmalarını sağlayan erkekler arası hiyerarşik ilişkiler ve erkek erkeğe dayanışmayı içeren bir toplumsal ilişkiler dizisi olarak”(Hartman, 2006:38) tanımlıyor. Buna benzer bir biçimde Judith Butler ise; “Toplumsal cinsiyet bir nevi, kültürel kurgu, kendini tekrarlayan edimlerin performatif bir etkisidir. Toplumsal cinsiyet bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir, kaskatı bir düzenleyici çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi edimdir”(Butler, 2009:89). Feminist hareketler, kadın/erkek rollerini yerinden saptıracak bir dizi argüman geliştirdiler. Bununla birlikte, davranışlarımızın doğuştan geliştirdiğimiz olgular olmadıklarını, ataerkil toplum tarafından, müdahaleler sonucu şekillendirildiklerini söylemekteydiler. Artık “kadın olarak doğulmadığı”, “kadın olunduğu” üzerinden tartışmalar alevlendirilmekteydi. Connell(1998); “Cinsiyet rolü teorisinde gerçekleşen şey, yapıdaki eksik unsurun biyolojik cinsiyet kategorisi ile örtük bir biçimde sağlanmasıdır. Tam da ‘kadın rolü’, ‘ erkek rolü’ terimleri, biyolojik bir terimi piyesvari bir yaklaşımla uydurulan bir terime iliştirerek neyin olup bittiği konusunda bir fikir verir. Altında yatan imaj, sabit bir biyolojik temel ve işlenebilir bir toplumsal üst yapıdır”(Connell, 1998: 81). “En güncel kullanımıyla ‘toplumsal cinsiyet’ ilk kez, cinsiyete dayalı ayrımların asli toplumsal niteliğini ısrarla vurgulayan Amerikalı feministler arasında ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu kelime ‘cinsiyet’ ya da ‘tinsel farklılık’ gibi terimlerin kullanımında örtük bir şekilde mevcut olan biyolojik determinizmin reddedilmesi anlamına gelmiştir”(Scott, 2007:3)

                      Toplumsal Cinsiyete Marksist-Feminist Yaklaşımlar
        Yıllardan beri tartışılan konulardan biri de Marksizmin ya da sosyalizmin, var olan cinsiyet eşitsizliklerine karşı olan kayıtsızlığıydı. Marksist kuramcıların ve Marksizmin yalnızca sınıf ilişkileriyle ilgili takındığı tavır temel sorunsallardan biri haline gelmişti. Hartman(2006);“Pek çok Marksist, en iyi halde, feminizmin sınıf çelişkisinden daha önemsiz olduğunu, en kötü haldeyse işçi sınıfını böldüğünü iddia ediyor”(Hartman, 2006:2). Feministler ve eşcinseller arasında da yaygınlık kazanan bu savlar ileriki yıllarda Marksizmin bir savunma pozisyonuna geçmesine neden olmaktaydı. Toplumsal cinsiyete bağlı olarak “Aslında klasik Marksizm’in cinsel ve toplumsal cinsiyete bağlı baskıyı yalnızca sınıf kategorisine dayanarak açıklayamayacağı pekala ortaya çıkmıştır”(Cervulle ve Roberts, 2015:119). Scott’a göre;“Toplumsal cinsiyet kavramı Marksizm içinde uzunca bir süre değişen ekonomik yapıların bir yan ürünü olarak görülmüş ve bağımsız bir analitik statü edinememiştir”(Scott, 2007:24).
             Marksizm’e son yıllarda yapılan eleştirilerden biri de patriyarkayı kendi içinde sürdürmüş olmasıydı. Hartman (2006), Marksistleri, patriyarkanın gücünü ve esnekliğini küçümsemekle, sermayenin de gücünü abarttıkları dolayısıyla eleştirir. Marksistler “Kapitalizmin, feodal ilişkileri parçalayan yeni toplumsal gücünü, neredeyse her şeye kadir bir kudret olarak düşündüler”(Hartman, 2006:46-47). Marksist sınıf analizlerinin, toplumsal cinsiyeti sınıf çelişkileri arasında görünmez kılınmakla itham edilmesi, ileriki yıllarda feminist ve eşcinsel Marksistlerin bu alanda yeni yaklaşımlar sergilemesi zorunluluğu getirdi. Çeşitli mecralarda Marx ve Engels’in, cinsiyetin toplumsal olarak inşa edilmesi bağlamında, bu durumu ya görmezden geldikleri ya da konjoktürel olarak sessiz kaldıkları ileri sürülmekteydi. Wittig; “Mark ve Engels bütün toplumsal karşıtlıkları sadece ve sadece sınıf mücadelesi olarak özetleyerek tüm çatışmaları iki terime indirgemişlerdir”(Wittig, 2013:74). Hartman ise Marksist örgütlenme bilincinin patriyarka içerisinde aslında eril cinsin baskınlığını yeniden ürettiğini “cinsiyete dayalı iş dağılımı daha düşük ücret ödenen işleri kadınların yapmasını sağlar; her iki süreç de kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığını garanti altına alır ve kadınlarla erkekler için uygun alanlar nosyonunu kuvvetlendirir”(Hartman, 2006:46-47) sözleriyle açıklamaktaydı. En nihayetinde Marksizmin sınıf çelişkileri içerisinde patriyarkayı yeniden ürettiği ve toplumsal cinsiyet kategorilerinin bu örüntüler içerisinde tekrar yapılandırıldığı görüşü mevcut tartışmalarda başat rol üstlenmekteydi.

                                                 Queer Teori
           Queer, terim olarak İngilizce’de “ibne, ucube vb” anlamlara işaret etse de söylem ve içerik olarak yeniden yapılandırılmış politik bir tavra dönüştürülmüştür. “Queer aslında, on dokuzuncu  yüzyıldan bu yana eşcinselliğin anlamsal  kuvvet alanını oluşturagelmiş bir dizi sözcükten sadece sonuncusudur”(Jagose, 2015:94). Queer, feminizmin ve LGBT hareketlerinin ana izleklerini oluşturan “kimlik” kategorilerine karşı çıkar. Kimliğe meydan okur fakat topyekün ortadan kaldırma arzusu barındırmaz, kimliği esnekleştirmeye çalışır. Feminizmin “kadın” kimliğini temel tartışma konusu edinmesini “özcü” olmakla itham eder. Bunun bir yandan kimliği sabit kıldığını düşünmektedir queer kuramcılar. “Queer teori kimlik politikalarını olduğu gibi sorunsallaştırır. Queer teorist David Halperin onun hala ‘bir kimlik politikası markası’ olduğunu kabul etse de, bariz biçimde ve açık bir kimlik politikası reddidir”(Wolf, 2012: 170-171), “Queer teori genelde ana akım LGBT politikalarında dışlanmışlara, beyaz tenli olmayanlara ve kadınlara bir alan sağlamaya çağırıyor. İnşa edilmiş ve zaman ile coğrafya içerisinde değişen diye kavranan toplumsal cinsiyet ve cinsel ikiliklere meydan okumak olarak görülüyor”(Wolf, 2012:171).
         Queer kuramın önde gelen isimlerinden olan Butler(1999), bedenlerimizin birer kültürel inşa olduğunu ve ‘toplumsal cinsiyetleştirildiğini’ söylemekteydi. Ona göre toplumsal cinsiyet bir parodiden ibarettir. Butler, Foucaultcı bir yaklaşımı esas alarak kimliği sorunsallaştırır. Feminizmin ve LGBT hareketlerinin kimlik politikalarıyla genel kimlik kategorilerinin işaret ettiği bir alana kaydığını düşünmekteydi. Queer kuramcıları, cinsiyet kimliğinin sabit değil akışkan olduğunu ileri sürmekteydiler. “Aslında, queer varsayıldığı üzere her bireyde eşsiz olan bir kimlik/kimlik olmayan kimliktir”(Wolf, 2012:172).
          “Queer teori, 1990’larda, bazı sol kanat akademisyenlerin, orta sınıf gey ve lezbiyenlerin Amerikan toplumu anaakımının içinde asimile olmasıyla başlayan, memnuniyetsizliğinden doğdu. Queer teorinin önde gelen kuramcıları ve aktivist yandaşların çoğu kimlik politikalarını ve birçok liderinin, özellikle şirket ve politik güç sahnelerine, LGBT hareketi sürüklediği muhafazakâr yönü reddeden solculardı. Ama bunu kimlik politikalarının muhafazakâr temeline- sınıflararası niteliğine-meydan okumayacak biçimde yaptılar”(Wolf, 2012:171). Queer kuramın, kimliğin direniş noktası olduğu gerçeğini görmezden gelmesi ve ataerkiyi es geçmesi temel eleştiri noktalarından birini oluşturmaktadır.
                                               Marksizm ve Queer
        Çokça tartışılmış ve hala tartışılmaya devam eden olgulardan biri de Marksizmin homofobi ve transfobiye karşı mücadele eksikliğidir. Hatta çeşitli argümanlarla tartışmalar daha da ileriye götürülerek Marksizmin kendi içinde homofobiyi taşıdığı iddia edildi. Özellikle Stalin, Castro ve Mao üzerinden yürütülen eleştirilerle Marksizmin eşcinsellere karşı duyarsız davrandığı karşı savlar olarak çokça dillendirildi. Marksizmin sınıf mücadelesine, homofobi ve transfobi ile mücadelede,  öncelik tanıdığı ya da Marksizmin kültürel inşa olan cinsiyet rollerini pekiştirdiği konuşulan konulardan bazılarıydı. Bu durumu reddeden yaklaşımlar da vardı. Wolf; “Marksistler, homofobi ve transfobiye karşı savaşmayı sınıf savaşından daha önemsiz görmek bir yana, ezilenin özgürleşmesi olmadan bir sömürülenin özgürleşmesini düşünemez”(Wolf, 2012:69). Öte yandan bir sosyalist olan  Michael Warner, gey kültürü, kapitalist düzen içerisinde, yozlaşmakla suçlamaktaydı. “Michael Warner: “ en görünür biçimleriyle gey kültürü, ileri kapitalizmin, özellikle de onun sol tarafından en çok kötülenen özelliklerinin dışında düşünülemez. Post Stonewall çağının şehirli geyleri leş gibi meta kokmaktadır. Sıcak kapitalizm kokusu yayıyorsak, kapitalizme dair diyalektik bir bakış açısı geliştirmemizi sağlayacak bir yönteme de ihtiyacımız var”(Warner, 1993:xxxi akt, Cervulle ve Roberts, 2015:120), diyerek eleştirmekteydi.
              Marksizmin, eşcinselleri de ezilen sınıfın bileşenleri olarak gördüğü çeşitli Marksist kuramcılar tarafından öne sürülmekteydi. “Marksizm bir şeyle ilgiliyse, o da ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumda kontrolü ele alması ve onu kendi çıkarları doğrultusunda yönetmesidir”(Wolf, 2012:70). Daha önce çeşitli sosyalist liderlerin eşcinsellere karşı takındıkları tavırların heteronormativiteyi olumlayacak biçimde olduğunu söylemiştik, söz gelimi Castro’nun Küba’sı, Sovyetler’in Stalin dönemi ve Mao’nun Çin’i eşcinselleri norm dışı kategorize ederek toplumdan dışlamışlardır. Çeşitli Marksistler bu durumu farklı yaklaşımlarla açıklamaya çalışmışlardı. Wolf(2012); “Hakiki Marksist gelenek açık açık cinsel özgürleşme lehinde duruş sergilemişken, sözde sosyalist bir çok devlet kapitalist toplumların cinsel baskısına gerçek bir alternatif getirmeyi başaramamıştır. Bu devletler- ve onları destekleyen politik örgütler- sosyalizm karşıtı olan pratikleri meşrulaştırmak için sosyalizmin dilini kullanmıştır”(Wolf, 2012:90). Wolf gibi çoğu Marksist, eşcinsel hareketin Marksist teoriler içerisinde hiçbir zaman sınıfsal analizlerden azade tutulamayacağını belirtirler. Eşcinsel özgürleşme hareketi ya da diğer ezilme biçimlerinin temel kaynağını kapitalist örgütlenme pratiğinde ararlar. Wolf(2012)’a göre; “Akademideki sosyalizm mitinin aksine Marksistler, cinsel azınlıklara-ya da başka birine-yapılan baskıyı sınıf sorununa indirgemez. Marksistler, daha ziyade, ırk, sınıf, cinsiyet, cinsel ve diğer baskıların kaynağını kapitalist sınıf çelişkileri çerçevesine yerleştirir”(Wolf, 2012:68-69).
  
                
                                           Örümcek Kadının Öpücüğü

Yönetmen: Hector Babenco
Senaryo: Leonard Schrader
Eser: Manuel Puig
Oyuncular: William Hurt(Molina), Raul Julia(Valentin), Sonia Braga(Leni, Martha, Örümcek Kadın)
Yapım Yılı: 1985, ABD-Brezilya ortak yapımı, 120 dk

      Film, 1970’lerde askeri diktatörlüğün yönetime el koyduğu, Marksistlerin ve toplumdaki diğer azınlık gruplarının sistematik bir şekilde yok edilmeye çalışıldığı bir Latin Amerika ülkesinde geçmektedir.(her ne kadar belirgin bir ülke üzerinde durulmamış olsa da filmin Brezilya’da geçtiğini, hapishane müdürünün arkasındaki Brezilya bayrağından anlarız. Bu çok önemli değildir, çünkü film uygulamaların evrensel boyutta olduğunu ima etmektedir). Filmin ana eksenini, hapishanede aynı hücreye konulan Marksist Valentin(Raul Julia) ve apolitik, eşcinsel Molina(William Hurt) arasındaki ilişki oluşturur. Molina, sekiz yaşında bir erkek çocuğuna taciz ettiği gerekçesiyle hapse atılmıştır. Valentin ise diktatörlüğe karşı mücadele veren örgütün liderine yardım ettiği gerekçesiyle oradadır. Fakat Valentin, aynı zamanda diktatörlük karşıtı hareketin de aktif bir üyesidir. Filmde Molina’nın aslında istihbarat toplayabilmesi için Valentin’le aynı koğuşa koyulduğunu anlarız. Molina bir süre hapishane müdürüyle iş birliği içerisinde gözükse de ileriki zamanlarda aslında Molina ve Valentin arasında kopmaz bir dayanışmanın olacağını görürüz.
                 Film, “film içinde filmin” en iyi örneklerinden biridir. Molina, ikinci dünya savaşı yıllarında geçen bir hikayeyi, özdeşleştiği bir kadın kahraman, Leni,(Sonia Braga) üzerinden devamlı Valentin’e anlatmaktadır. İlk zamanlarda Valentin bu durumdan rahatsızlık duyar fakat aralarındaki yakınlık arttıkça Valentin ondan filmi anlatmasını ister. Anlatılan film, ikisinin zıtlaştığı öğeler barındırmaktadır. Valentin( Marksisttir) filmi, anti-semitik olduğu için(aynı zamanda Nazileri haklı gösterdiği için) aşağılar. Molina’nın apolitik bir ruh hali içerisinde bu duruma kayıtsız kalmasını da, eşcinsel kimliğini hedef alarak, eleştirir. En nihayetinde Valentin, Molina’nın dünyasına girmediği müddetçe heteroseksüel normativite kalıplarını dayatır Molina’ya.
             Valentin’nin, Molina’nın kimliğini kabul edişine kadar homofobik ve tamamen heteroseksüel tavırlar sergilediğini görmekteyiz. Molina’nın anlattığı hikâyelere güler. Molina’nın “neden gülüyorsun?” sorusuna karşılık, aslında kendisi heteroseksüel bir erkek olduğu için, “ sana ve kendime” diyerek onunla aynı mekânda bulunduğu için aşağılanma hissine kapıldığını ima etmeye çalışır. Heteroseksüel cinsel kimliğini temel norm olarak görmektedir. “Butler(1999),  toplumsal cinsiyeti, katı bir çerçeve içinde sürekli tekrarlanan davranışların edimsel etkisi olarak tanımlar ve bu davranışların zaman içerisinde doğuştan gelen, değişmez ‘bir toplumsal cinsiyet özü’  yanılsaması yarattığını belirtir. Ona göre bunun nedeni heteroseksüelliğin, toplumsal cinsiyet rolleriyle kendi dokunulmazlığını sürdürme çabasıdır”. Butler’ın da ifade ettiği gibi heteroseksüel yönelimin kendini merkeze konumlandırması diğer cinsel azınlıkların görmezden gelinmesi ya da o katı bakış  içerisinde eritilmesi başvurulan yöntemlerdendir. Valentin, en nihayetinde Marksist kimliğinden dolayı Marksizmin toplumsal cinsiyet mefhumu içindeki rolünü temsil eder. Valentin, eşcinselliği heteronormativite kategorileri içerisinde gören bir yaklaşıma sahiptir. Valentin’e  göre sınıf mücadelesi her şeyden önce gelir.  Molina’ya kullandığı “ senin gibi muz çalanlara bir şey yapmazlar” sözü, aslında sanki sistemin hedefinde yalnızca ötekileştirilen, yok edilmeye çalışılan Marksistlermiş gibi bir yanılsama yaratır. Valentin ısrarla Molina’dan “erkek” gibi davranmasını ister. Her defasında Molina’yı duygusal ve kadınsı olduğu için aşağılar ve “heteroseksüel erkek kimliğini” merkeze konumlandırarak direktiflerde bulunur. “Heteroseksüellik, biyolojik, fiziksel, içgüdüsel, insan doğasından, malların ve kadınların takasında olduğu gibi, kadınların üremesinin ve fiziksel benliklerinin erkekler tarafından zaptından ayrılamaz bir olgu gibi sunulmasına dayanan bir rasyonelleştirmedir. Heteroseksüellik, cinsiyet farklılıklarını kültürel değil, doğal kılar. Heteroseksüellik yalnızca üreme sonuçlu cinselliği normal kabul eder. Geri kalan her şey sapkınlıktır”(Wittig, 2013:85). Nitekim Molina’nın “kadın gibi hissediyorum” sözlerine karşılı Valentin,” peki ya şu bacak arandaki ne” diyerek aslında cinsiyeti tamamen biyolojik bedenle sınırlandırır ve özcü, sabit kimlik vurgusu yapar.
                   Filmde, Valentin, Marksizmin eşcinsellere karşı olan tavrını en nihayetinde sembolik olarak karşılamaktadır. Marksizmin sadece sınıf körü olduğu eleştirileri üzerinden karakterler konumlandırılır ilk başlarda. Valentin, Molina ile politik bir ortaklığa girmeden ya da ortak bir paydada buluşmadan sürekli homofobik tavırlar sergiler. “Homofobi terimini ilk ortaya atan ve bunu ‘eşcinsellere yakın çevrelerde bulunmaktan büyük korku duymak’ olarak tanımlayan George Weinberg, homofobinin beş nedeni olduğunu söylüyordu. Bunlardan ilki kişinin kendinde eşcinsel arzuları olmasından duyduğu gizli korkuya bağlıyordu….diğer dördü, dinin etkisiyle, bastırılmış kıskançlıkla, eşcinselliğin yerleşik değerleri tehdit etmesiyle ve özellikle de cinselliği dölleme ve aile ile sınırlayan ideolojileri tehdit etmesiyle ilgilidir”(Segal, 1992:200-201). Molina, heteroseksüel bir erkeğe olan aşkını Valentin’e anlatırken, Valentin,  “tüm yapabileceğin bir erkek gibi hissetmek” cevabını verir. Toplumsal cinsiyet kategorileri içerisinde eşcinsellere, sabit kılınan, özcü olan erkek/kadın rolü dayatılır. Burada Marksizme inceden bir eleştiri okuyabiliriz. Valentin, Molina’nın hayatını ve cinsel kimliğini aşağılayarak “ gerçek hayat kendini mücadeleye adamaktır” der. Aralarındaki tartışmalardan sonra Molina duygusal bir boşalım yaşayarak ağlamaya başlar. Valentin tepkiyle, “kes ağlamayı, yaşlı bir kadın gibisin” diyerek erkek/kadın bedenlerini özcü bir üslupla doğallaştırır. Valentin’e göre bu durumda “erkek” olmak daha çok kadın ve eşcinsel olmamak kodları üzerine kurulur. Toplumsal cinsiyet dışlayıcı yöntemlerle işler ve ‘zorunlu heteroseksüellik’ maskülenlikleri erkeklerle, feminenlikleri de kadınlarla özdeşleştirir”( Taş, 2012:318).
         Filmin sonunda en nihayetinde Molina ve Valentin arasında kopmaz bir bağ oluşur. Gördüğü işkence ve yediği müshilli yemeklerden sonra iyice bitkinleşen ve halsizleşen Valentin’e, Molina tüm desteğini gösterir. Tüm bu olanlardan sonra kırılmaz gibi görünen Valentin’ın heteroseksüel kimliği kırılarak akışkanlık gösterir ve Molina ile cinsel bir beraberlik yaşarlar. “Bir çok teorisyen ‘heteroseksüellik’ ‘homoseksüel’ teriminden türetilmiş bir sözcük olduğundan –önceki terim ancak sonraki terim ile birlikte yaygınlık kazandığı için- heteroseksüelliğin homoseksüelliğin türevi olduğunu ve bu tür bir şecerenin önemli ideolojik sonuçlar barındırdığını savunur”(Katz, 1983:147-150, akt, Jagose, 2015:27). “Dolayısıyla heteroseksüellik, de kurgusaldır ve anlamı değişen kültürel örüntülere bağlıdır”(Jagose, 2015:27). Jagose’nin de belirttiği gibi heteroseksüellik de bir kurgusallıktır, en nihayetinde eşcinsel olan Molina ve heteroseksüel olan Valentin cinsel bir beraberlik yaşarlar. Bu beraberliğin ardından Valentin, Molina’nın benliğine daha saygılı davranır ve cinsel yönelimini aşağılayıcı tavırlardan tamamen arınır.
                Cinsiyet kimliklerinin kültürel inşalar ve kurgular olduğu konusunda çeşitli görüşler ortak paydada buluşurlar. O halde cinsel kimliklerimiz de, doğamızda var olan değişmez ya da sabit kimlikler değildir. Homofobi ya da heteroseksüellik de bu durumda sadece egemen eril anlayışın bize öğrettiği ya da dayattığı olgulardır. Filmde de bunu Valentin’in, Molina’ya söylediği “kimsenin seni aşağılamasına izin vermeyeceğine dair söz ver. Sana saygı duymalarını sağla…” sözleri pekiştirmektedir. Burada da görüldüğü üzere filmin başında heteroseksüel kimlikler dışındaki kimlikleri kabul etmeyen ve yok sayan Valentin, bu bakışı terk eder. “Cinsiyetçilik karşıtı erkekler genelde en büyük düşmanlarının klasik erkeklik olduğunda hemfikirdi; bunu erkeklere zorla kabul ettirilen bir rol olarak görüyorlardı” (Segal, 1992: 341). Butler’a göre ise “ cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımı da cinsiyet kategorisi de, bedenin cinsiyetli anlamını/imlemini edinmesinden önce var olan bir ‘beden’ genellemesini ön varsayıyor. Bu görüşe göre çoğunlukla pasif bir ortam görünümünü alan beden, onun dışında addedilen kültürel bir kaynağın işlediği yazıtla imlenir. Oysa bedenin kültürel olarak inşa edilmişliğine dair her kuram, pasif ve söylemden önce gelen bir şey gibi gösterilen ‘bedene’ şüpheyle yaklaşmalı, onu fazlasıyla genel bir inşa olarak sorgulamalıdır”(Butler, 1999:214-215).
                Filmin finaline doğru, Molina, Valentin’nin dışarıya iletmek istediği mesajı alır ve Valentin’in sevgilisi olan Ldyia ile bağlantıya geçer. Molina’dan şüphelenen cunta polisi onu takibe alır. En nihayetinde Molina görüşmeye gittiğinde Lydia polisleri fark eder ve bunun komplo olduğunu düşünerek polisi ve Molina’yı silahla vurur. Yaralı şekilde yakalanan Molina polisin tüm ısrar ve baskısına rağmen Valentin’den aldığı mesajı söylemeden yaşamını yitirir. Valentin de cuntanın işkencelerine daha fazla direnemez ve ölür. Filmde, eşcinsel olan Molina ve Marksizm, bir çatışmalı uzlaşım hali içerisinde resmedilmiştir. Lydia’nın Molina’yı vurması belki de eşcinsel özgürleşmesi ve Marksist yaklaşımın henüz bir aradalığına vurgu yapamama sıkıntısı yaratmaktadır. En temelde Marksistlerin  sınıf mücadelesi sürecinde heteronormatif kategorileri yeniden ürettikleri ya da toplumsal cinsiyet kalıplarını yeteri kadar sorgulamadıkları eleştirilmektedir. Aynı zamanda, eşcinsel bireyler için tek kurtuluş yolunun, sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kalkmasıyla olabileceği fikrine eleştirel bir tavır var. Sınıf sorununun çözümü cinsiyet eşitsizliğinin çözümü olmayacaktır. Sosyalist ülkelerdeki cinsiyete dayalı üretim pratikleri ve cinsiyetlerin eşitsiz şartlarda çalışması sınıf sorunu ve cinsiyet sorununun farklı direniş biçimleri oluşturabileceği gerçeğini görmezden gelmememizi sağlamaktadır. Fakat kendi içerisinde ataerki ile ve toplumsal cinsiyet kategorileri ile yüzleşmeyi sağlamış bir Marksist örgütlenme biçimi, filmin finalinde de gördüğümüz gibi, ortak bir direniş alanı olabilme fırsatı sunmaktadır.

                                                             Sonuç
       “Örümcek Kadının Öpücüğü” filmi üzerinden toplumsal cinsiyet ve Marksizm ilişkisine, Marksizm’in, bu noktada, durduğu pozisyonu çeşitli kuramsal yaklaşımlarla tartışmaya çalıştık. Kültürel bir inşa olarak değerlendirilen toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretiminde Marksizm’in, “tam olarak nerede durduğunu”, belli başlı Marksist kuramcıların çözümlemelerine de değinerek tartışmaya açmaya çalıştık. En nihayetinde Marksistler, salt sınıfsal kurtuluşun artık yegâne çözüm olamayacağı argümanını sahiplenmektedirler. Marksist ve sosyalist pratikleri deneyimleyen ülkelerde, tartışmaya açtığımız mefhumların norm dışı olarak konumlandırıldığını çeşitli Marksistler de kabul etmektedirler. Fakat Marksizm’in yalnızca sınıf körü olduğu tartışmaları artık gerçeği yansıtmamaktadır. İncelediğimiz filmde de olduğu gibi, kendi içinde farklılıklar barındıran kimlikler Marksist pratiklerle uzlaşarak yeni bir direniş alanı yaratabilirler.
             İncelediğimiz film, konumlanış itibariyle toplumsal cinsiyetlendirilmiş bedenlere karşı bir tavır içerisinde ve Marksist bakış açısı barındırmaktadır. Marksizm’in, cinsiyet eşitsizlikleri, homofobi, transfobi ve normlaştırılan heteroseksüel cinsel yönelim kategorilerini yeteri kadar sorunsallaştırmadığı bir gerçek. Fakat mevcut anaakım siyasal ve cinsel rejimlerin altüst edilmesinde, Marksist direniş pratikleri ile çeşitli eşcinsel hareketlerin ortak bir mücadele alanı yaratabileceği su götürmez bir gerçeklik sunar bizlere.  Keza güncel deneyimlerimizde de karşılaştığımız üzere, artık tüm dünyada LGBT özgürleşme hareketleri, sosyalist hareketler, Marksist hareketler ve kadın hareketleri yeni bir direniş cephesi oluşturmuş durumdalar. Fakat, her şeye rağmen Marksizm’in hala ataerkiyle, eril iktidarla, homofobi ile ve heteroseksizmle yeteri derecede yüzleşmediğini söyleyen sesler de yok değil.


Kaynakça:
Butler. J. (1999), Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi. Metis Yayınları. İstanbul
Connell, R. W. (1998) Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Ayrıntı Yayınları: İstanbul
Segal, L. (1990) Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler. Ayrıntı Yayınları: İstanbul
joan, W. Scott. (2007) Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi; Agora Yayınları: İstanbul
Wittig, M. (2013). Straight Düşünce. Sel Yayıncılık. İstanbul
Wolf. S. (2012), Cinsellik ve Sosyalizm. Sel Yayınları. İstanbul.
Cervulle. M. Roberts. N.R (2015), Homo Exoticus: Irk, Sınıf ve Queer Eleştiri. Ekslibris Yayınları. İstanbul
Hartman. H. (2006), Marksizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği. Agora Yayınları. İstanbul
Jagose . A .(2013), Queer Teori Bir Giriş. Nota-Bene- Kaos GL dizisi
Halperin. M. D. (2013), Cinselliğin Bir Tarihi Var mıdır?. Queer Tahayyül içinde(ss 87-119), Sel Yayınları. İstanbul
Taş. B. (2012), Adam Gibi Adam Ol(ama)mak: Ayı Hareketi ve Maskülenlik Üzerine. Cinsellik Muamması içinde (ss 301-329). Metis Yayınları. İstanbul







                 




[1]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder