CİNSİYETİN TOPLUMSAL İNŞASI VE MEDYA: ÖRÜMCEK KADININ ÖPÜCÜĞÜ FİLMİ İNCELEMESİ
Şivan Benek[1]
Giriş:
Cinsiyet,
toplumsal cinsiyet, cinsiyet rolleri gibi kavramlar artık günümüzde çok sık
tartışılan ve sorunsallaştırılan kavramlar olmuştur. 1970’lerle ivme kazanan
feminist ve eşcinsel hareketleri ile birlikte toplumsal cinsiyet ve uzantıları
olan toplumsal baskı ve ötekileştirme mefhumları artık yapı bozumuna
uğratılmaya çalışılmaktaydı. Biz de bu kavramların ya da rollerin görünürlük
kazandığı alanlardan biri olan sinema üzerinden, mevcut tartışmalara bakmaya
çalışacağız. “Örümcek Kadının Öpücüğü” filmi üzerinden özellikle toplumsal
cinsiyet, Marksizm ve toplumsal cinsiyet, Marksizm ve queer ilişkilerini bu
çerçevede ele almaya çalışacağız.
Toplumsal
Cinsiyet
Toplumsal cinsiyet, insanların eril ve dişil olarak, üremeye dayalı
bölünmesi kapsamında veya bu bölünmeyle bağlantılı olarak örgütlenmiş pratik
anlamına gelir ( Connell, 1998:190). Dişil ve eril biyolojik bedenlerimiz süreç
içerisinde toplumsal olarak şekillendirilmektedir. 1960’ların sonu ile başlayan
kuramsal tartışmalar artık cinsiyet ve toplumsal cinsiyet rolleri üzerinde,
egemen söylemin aksi yönünde bir tavır sergilemeye başlamaktaydı. Eril
iktidarın, zamanla denetimi ve kontrolü toplumsal mecralarda ele geçirdiği ve
bu ayrımı derinleştirdiği, geliştirilen tartışmalarda ana izlekleri
oluşturmaktaydı. Cinsiyetlerimize bağlı olarak geliştirdiğimiz
davranışlarımızın bizden bağımsız bir biçimde şekillendiği ve müdahalelerle bir
sınırın çizildiği üzerinde durulmaktaydı. “Katı cinsiyet rolleri ve davranışı
biyolojik doğamızın özünde değil. Daha ziyade toplumumuzun doğasının
özünde”(Wolf, 2012:192)dir.
“Toplumsal cinsiyet bir nesne olmaktan çok bir süreçtir. Dilimiz,
özellikle de bu dilin kategorileri, bizi somutlaştırmalara yöneltir….burada
belirtilen süreç katı bir biçimde toplumsaldır ve toplumsal cinsiyet,
toplumsallık içerisinde yer alan bir fenomendir. Biyolojik sürecinkinden çok
farklı bir temelde kendi ağırlığına ve tutarlılığına sahiptir”(Connell,
1998:191). 1970’lerde yükselişe geçen kadın hareketleri cinsiyetin ve buna
bağlı olarak kadın-erkek rollerinin zaman içerisinde toplum tarafından
belirlendiğini haykırmaktaydılar. Bu söylemi, ataerkinin/patriyarkanın varlığı
ile ve bunu ters yüz etme inancıyla geliştirdiler. Hartman patriyarkayı, “
maddi bir temeli olan ve erkeklerin kadınlar üzerinde tahakküm kurmalarını
sağlayan erkekler arası hiyerarşik ilişkiler ve erkek erkeğe dayanışmayı içeren
bir toplumsal ilişkiler dizisi olarak”(Hartman, 2006:38) tanımlıyor. Buna
benzer bir biçimde Judith Butler ise; “Toplumsal cinsiyet bir nevi, kültürel
kurgu, kendini tekrarlayan edimlerin performatif bir etkisidir. Toplumsal
cinsiyet bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir, kaskatı bir düzenleyici
çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi edimdir”(Butler, 2009:89). Feminist
hareketler, kadın/erkek rollerini yerinden saptıracak bir dizi argüman
geliştirdiler. Bununla birlikte, davranışlarımızın doğuştan geliştirdiğimiz
olgular olmadıklarını, ataerkil toplum tarafından, müdahaleler sonucu
şekillendirildiklerini söylemekteydiler. Artık “kadın olarak doğulmadığı”,
“kadın olunduğu” üzerinden tartışmalar alevlendirilmekteydi. Connell(1998); “Cinsiyet
rolü teorisinde gerçekleşen şey, yapıdaki eksik unsurun biyolojik cinsiyet
kategorisi ile örtük bir biçimde sağlanmasıdır. Tam da ‘kadın rolü’, ‘ erkek
rolü’ terimleri, biyolojik bir terimi piyesvari bir yaklaşımla uydurulan bir
terime iliştirerek neyin olup bittiği konusunda bir fikir verir. Altında yatan
imaj, sabit bir biyolojik temel ve işlenebilir bir toplumsal üst
yapıdır”(Connell, 1998: 81). “En güncel kullanımıyla ‘toplumsal cinsiyet’ ilk
kez, cinsiyete dayalı ayrımların asli toplumsal niteliğini ısrarla vurgulayan
Amerikalı feministler arasında ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu kelime
‘cinsiyet’ ya da ‘tinsel farklılık’ gibi terimlerin kullanımında örtük bir
şekilde mevcut olan biyolojik determinizmin reddedilmesi anlamına
gelmiştir”(Scott, 2007:3)
Toplumsal Cinsiyete Marksist-Feminist
Yaklaşımlar
Yıllardan beri tartışılan konulardan biri de Marksizmin ya da
sosyalizmin, var olan cinsiyet eşitsizliklerine karşı olan kayıtsızlığıydı.
Marksist kuramcıların ve Marksizmin yalnızca sınıf ilişkileriyle ilgili
takındığı tavır temel sorunsallardan biri haline gelmişti. Hartman(2006);“Pek
çok Marksist, en iyi halde, feminizmin sınıf çelişkisinden daha önemsiz
olduğunu, en kötü haldeyse işçi sınıfını böldüğünü iddia ediyor”(Hartman,
2006:2). Feministler ve eşcinseller arasında da yaygınlık kazanan bu savlar
ileriki yıllarda Marksizmin bir savunma pozisyonuna geçmesine neden olmaktaydı.
Toplumsal cinsiyete bağlı olarak “Aslında klasik Marksizm’in cinsel ve
toplumsal cinsiyete bağlı baskıyı yalnızca sınıf kategorisine dayanarak
açıklayamayacağı pekala ortaya çıkmıştır”(Cervulle ve Roberts, 2015:119).
Scott’a göre;“Toplumsal cinsiyet kavramı Marksizm içinde uzunca bir süre
değişen ekonomik yapıların bir yan ürünü olarak görülmüş ve bağımsız bir
analitik statü edinememiştir”(Scott, 2007:24).
Marksizm’e son yıllarda yapılan eleştirilerden biri de patriyarkayı
kendi içinde sürdürmüş olmasıydı. Hartman (2006), Marksistleri, patriyarkanın
gücünü ve esnekliğini küçümsemekle, sermayenin de gücünü abarttıkları
dolayısıyla eleştirir. Marksistler “Kapitalizmin, feodal ilişkileri parçalayan
yeni toplumsal gücünü, neredeyse her şeye kadir bir kudret olarak
düşündüler”(Hartman, 2006:46-47). Marksist sınıf analizlerinin, toplumsal
cinsiyeti sınıf çelişkileri arasında görünmez kılınmakla itham edilmesi,
ileriki yıllarda feminist ve eşcinsel Marksistlerin bu alanda yeni yaklaşımlar
sergilemesi zorunluluğu getirdi. Çeşitli mecralarda Marx ve Engels’in,
cinsiyetin toplumsal olarak inşa edilmesi bağlamında, bu durumu ya görmezden
geldikleri ya da konjoktürel olarak sessiz kaldıkları ileri sürülmekteydi.
Wittig; “Mark ve Engels bütün toplumsal karşıtlıkları sadece ve sadece sınıf
mücadelesi olarak özetleyerek tüm çatışmaları iki terime indirgemişlerdir”(Wittig,
2013:74). Hartman ise Marksist örgütlenme bilincinin patriyarka içerisinde
aslında eril cinsin baskınlığını yeniden ürettiğini “cinsiyete dayalı iş
dağılımı daha düşük ücret ödenen işleri kadınların yapmasını sağlar; her iki
süreç de kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığını garanti altına alır ve
kadınlarla erkekler için uygun alanlar nosyonunu kuvvetlendirir”(Hartman,
2006:46-47) sözleriyle açıklamaktaydı. En nihayetinde Marksizmin sınıf
çelişkileri içerisinde patriyarkayı yeniden ürettiği ve toplumsal cinsiyet
kategorilerinin bu örüntüler içerisinde tekrar yapılandırıldığı görüşü mevcut
tartışmalarda başat rol üstlenmekteydi.
Queer Teori
Queer, terim
olarak İngilizce’de “ibne, ucube vb” anlamlara işaret etse de söylem ve içerik
olarak yeniden yapılandırılmış politik bir tavra dönüştürülmüştür. “Queer
aslında, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana
eşcinselliğin anlamsal kuvvet alanını
oluşturagelmiş bir dizi sözcükten sadece sonuncusudur”(Jagose, 2015:94). Queer,
feminizmin ve LGBT hareketlerinin ana izleklerini oluşturan “kimlik”
kategorilerine karşı çıkar. Kimliğe meydan okur fakat topyekün ortadan kaldırma
arzusu barındırmaz, kimliği esnekleştirmeye çalışır. Feminizmin “kadın”
kimliğini temel tartışma konusu edinmesini “özcü” olmakla itham eder. Bunun bir
yandan kimliği sabit kıldığını düşünmektedir queer kuramcılar. “Queer teori
kimlik politikalarını olduğu gibi sorunsallaştırır. Queer teorist David
Halperin onun hala ‘bir kimlik politikası markası’ olduğunu kabul etse de,
bariz biçimde ve açık bir kimlik politikası reddidir”(Wolf, 2012: 170-171), “Queer
teori genelde ana akım LGBT politikalarında dışlanmışlara, beyaz tenli olmayanlara
ve kadınlara bir alan sağlamaya çağırıyor. İnşa edilmiş ve zaman ile coğrafya
içerisinde değişen diye kavranan toplumsal cinsiyet ve cinsel ikiliklere meydan
okumak olarak görülüyor”(Wolf, 2012:171).
Queer
kuramın önde gelen isimlerinden olan Butler(1999), bedenlerimizin birer
kültürel inşa olduğunu ve ‘toplumsal cinsiyetleştirildiğini’ söylemekteydi. Ona
göre toplumsal cinsiyet bir parodiden ibarettir. Butler, Foucaultcı bir
yaklaşımı esas alarak kimliği sorunsallaştırır. Feminizmin ve LGBT
hareketlerinin kimlik politikalarıyla genel kimlik kategorilerinin işaret
ettiği bir alana kaydığını düşünmekteydi. Queer kuramcıları, cinsiyet
kimliğinin sabit değil akışkan olduğunu ileri sürmekteydiler. “Aslında, queer
varsayıldığı üzere her bireyde eşsiz olan bir kimlik/kimlik olmayan
kimliktir”(Wolf, 2012:172).
“Queer teori, 1990’larda, bazı sol kanat
akademisyenlerin, orta sınıf gey ve lezbiyenlerin Amerikan toplumu anaakımının
içinde asimile olmasıyla başlayan, memnuniyetsizliğinden doğdu. Queer teorinin
önde gelen kuramcıları ve aktivist yandaşların çoğu kimlik politikalarını ve
birçok liderinin, özellikle şirket ve politik güç sahnelerine, LGBT hareketi
sürüklediği muhafazakâr yönü reddeden solculardı. Ama bunu kimlik
politikalarının muhafazakâr temeline- sınıflararası niteliğine-meydan
okumayacak biçimde yaptılar”(Wolf, 2012:171). Queer kuramın, kimliğin direniş
noktası olduğu gerçeğini görmezden gelmesi ve ataerkiyi es geçmesi temel
eleştiri noktalarından birini oluşturmaktadır.
Marksizm
ve Queer
Çokça tartışılmış ve
hala tartışılmaya devam eden olgulardan biri de Marksizmin homofobi ve
transfobiye karşı mücadele eksikliğidir. Hatta çeşitli argümanlarla tartışmalar
daha da ileriye götürülerek Marksizmin kendi içinde homofobiyi taşıdığı iddia
edildi. Özellikle Stalin, Castro ve Mao üzerinden yürütülen eleştirilerle
Marksizmin eşcinsellere karşı duyarsız davrandığı karşı savlar olarak çokça
dillendirildi. Marksizmin sınıf
mücadelesine, homofobi ve transfobi ile mücadelede, öncelik tanıdığı ya da Marksizmin kültürel
inşa olan cinsiyet rollerini pekiştirdiği konuşulan konulardan bazılarıydı. Bu
durumu reddeden yaklaşımlar da vardı. Wolf; “Marksistler, homofobi ve
transfobiye karşı savaşmayı sınıf savaşından daha önemsiz görmek bir yana,
ezilenin özgürleşmesi olmadan bir sömürülenin özgürleşmesini düşünemez”(Wolf,
2012:69). Öte yandan bir sosyalist olan Michael Warner, gey kültürü, kapitalist düzen
içerisinde, yozlaşmakla suçlamaktaydı. “Michael Warner: “ en görünür
biçimleriyle gey kültürü, ileri kapitalizmin, özellikle de onun sol tarafından
en çok kötülenen özelliklerinin dışında düşünülemez. Post Stonewall çağının
şehirli geyleri leş gibi meta kokmaktadır. Sıcak kapitalizm kokusu yayıyorsak,
kapitalizme dair diyalektik bir bakış açısı geliştirmemizi sağlayacak bir
yönteme de ihtiyacımız var”(Warner, 1993:xxxi akt, Cervulle ve Roberts,
2015:120), diyerek eleştirmekteydi.
Marksizmin, eşcinselleri de ezilen sınıfın bileşenleri olarak gördüğü
çeşitli Marksist kuramcılar tarafından öne sürülmekteydi. “Marksizm bir şeyle
ilgiliyse, o da ezilenlerin ve sömürülenlerin toplumda kontrolü ele alması ve
onu kendi çıkarları doğrultusunda yönetmesidir”(Wolf, 2012:70). Daha önce
çeşitli sosyalist liderlerin eşcinsellere karşı takındıkları tavırların
heteronormativiteyi olumlayacak biçimde olduğunu söylemiştik, söz gelimi
Castro’nun Küba’sı, Sovyetler’in Stalin dönemi ve Mao’nun Çin’i eşcinselleri
norm dışı kategorize ederek toplumdan dışlamışlardır. Çeşitli Marksistler bu durumu
farklı yaklaşımlarla açıklamaya çalışmışlardı. Wolf(2012); “Hakiki Marksist
gelenek açık açık cinsel özgürleşme lehinde duruş sergilemişken, sözde
sosyalist bir çok devlet kapitalist toplumların cinsel baskısına gerçek bir
alternatif getirmeyi başaramamıştır. Bu devletler- ve onları destekleyen
politik örgütler- sosyalizm karşıtı olan pratikleri meşrulaştırmak için
sosyalizmin dilini kullanmıştır”(Wolf, 2012:90). Wolf gibi çoğu Marksist,
eşcinsel hareketin Marksist teoriler içerisinde hiçbir zaman sınıfsal
analizlerden azade tutulamayacağını belirtirler. Eşcinsel özgürleşme hareketi
ya da diğer ezilme biçimlerinin temel kaynağını kapitalist örgütlenme
pratiğinde ararlar. Wolf(2012)’a göre; “Akademideki sosyalizm mitinin aksine
Marksistler, cinsel azınlıklara-ya da başka birine-yapılan baskıyı sınıf
sorununa indirgemez. Marksistler, daha ziyade, ırk, sınıf, cinsiyet, cinsel ve
diğer baskıların kaynağını kapitalist sınıf çelişkileri çerçevesine
yerleştirir”(Wolf, 2012:68-69).
Örümcek Kadının Öpücüğü
Yönetmen: Hector Babenco
Senaryo: Leonard Schrader
Eser: Manuel Puig
Oyuncular: William Hurt(Molina), Raul
Julia(Valentin), Sonia Braga(Leni, Martha, Örümcek Kadın)
Yapım Yılı: 1985, ABD-Brezilya ortak yapımı, 120 dk
Film,
1970’lerde askeri diktatörlüğün yönetime el koyduğu, Marksistlerin ve
toplumdaki diğer azınlık gruplarının sistematik bir şekilde yok edilmeye
çalışıldığı bir Latin Amerika ülkesinde geçmektedir.(her ne kadar belirgin bir
ülke üzerinde durulmamış olsa da filmin Brezilya’da geçtiğini, hapishane
müdürünün arkasındaki Brezilya bayrağından anlarız. Bu çok önemli değildir,
çünkü film uygulamaların evrensel boyutta olduğunu ima etmektedir). Filmin ana
eksenini, hapishanede aynı hücreye konulan Marksist Valentin(Raul Julia) ve
apolitik, eşcinsel Molina(William Hurt) arasındaki ilişki oluşturur. Molina,
sekiz yaşında bir erkek çocuğuna taciz ettiği gerekçesiyle hapse atılmıştır.
Valentin ise diktatörlüğe karşı mücadele veren örgütün liderine yardım ettiği
gerekçesiyle oradadır. Fakat Valentin, aynı zamanda diktatörlük karşıtı
hareketin de aktif bir üyesidir. Filmde Molina’nın aslında istihbarat
toplayabilmesi için Valentin’le aynı koğuşa koyulduğunu anlarız. Molina bir
süre hapishane müdürüyle iş birliği içerisinde gözükse de ileriki zamanlarda
aslında Molina ve Valentin arasında kopmaz bir dayanışmanın olacağını görürüz.
Film, “film içinde filmin” en iyi örneklerinden biridir. Molina, ikinci
dünya savaşı yıllarında geçen bir hikayeyi, özdeşleştiği bir kadın kahraman,
Leni,(Sonia Braga) üzerinden devamlı Valentin’e anlatmaktadır. İlk zamanlarda
Valentin bu durumdan rahatsızlık duyar fakat aralarındaki yakınlık arttıkça
Valentin ondan filmi anlatmasını ister. Anlatılan film, ikisinin zıtlaştığı
öğeler barındırmaktadır. Valentin( Marksisttir) filmi, anti-semitik olduğu için(aynı
zamanda Nazileri haklı gösterdiği için) aşağılar. Molina’nın apolitik bir ruh
hali içerisinde bu duruma kayıtsız kalmasını da, eşcinsel kimliğini hedef
alarak, eleştirir. En nihayetinde Valentin, Molina’nın dünyasına girmediği
müddetçe heteroseksüel normativite kalıplarını dayatır Molina’ya.
Valentin’nin, Molina’nın kimliğini kabul edişine kadar homofobik ve
tamamen heteroseksüel tavırlar sergilediğini görmekteyiz. Molina’nın anlattığı hikâyelere
güler. Molina’nın “neden gülüyorsun?” sorusuna karşılık, aslında kendisi
heteroseksüel bir erkek olduğu için, “ sana ve kendime” diyerek onunla aynı mekânda
bulunduğu için aşağılanma hissine kapıldığını ima etmeye çalışır. Heteroseksüel
cinsel kimliğini temel norm olarak görmektedir. “Butler(1999), toplumsal cinsiyeti, katı bir çerçeve içinde
sürekli tekrarlanan davranışların edimsel etkisi olarak tanımlar ve bu
davranışların zaman içerisinde doğuştan gelen, değişmez ‘bir toplumsal cinsiyet
özü’ yanılsaması yarattığını belirtir.
Ona göre bunun nedeni heteroseksüelliğin, toplumsal cinsiyet rolleriyle kendi
dokunulmazlığını sürdürme çabasıdır”. Butler’ın da ifade ettiği gibi
heteroseksüel yönelimin kendini merkeze konumlandırması diğer cinsel
azınlıkların görmezden gelinmesi ya da o katı bakış içerisinde eritilmesi başvurulan
yöntemlerdendir. Valentin, en nihayetinde Marksist kimliğinden dolayı
Marksizmin toplumsal cinsiyet mefhumu içindeki rolünü temsil eder. Valentin,
eşcinselliği heteronormativite kategorileri içerisinde gören bir yaklaşıma
sahiptir. Valentin’e göre sınıf
mücadelesi her şeyden önce gelir.
Molina’ya kullandığı “ senin gibi muz çalanlara bir şey yapmazlar” sözü,
aslında sanki sistemin hedefinde yalnızca ötekileştirilen, yok edilmeye çalışılan
Marksistlermiş gibi bir yanılsama yaratır. Valentin ısrarla Molina’dan “erkek”
gibi davranmasını ister. Her defasında Molina’yı duygusal ve kadınsı olduğu
için aşağılar ve “heteroseksüel erkek kimliğini” merkeze konumlandırarak
direktiflerde bulunur. “Heteroseksüellik, biyolojik, fiziksel, içgüdüsel, insan
doğasından, malların ve kadınların takasında olduğu gibi, kadınların üremesinin
ve fiziksel benliklerinin erkekler tarafından zaptından ayrılamaz bir olgu gibi
sunulmasına dayanan bir rasyonelleştirmedir. Heteroseksüellik, cinsiyet
farklılıklarını kültürel değil, doğal kılar. Heteroseksüellik yalnızca üreme
sonuçlu cinselliği normal kabul eder. Geri kalan her şey sapkınlıktır”(Wittig,
2013:85). Nitekim Molina’nın “kadın gibi hissediyorum” sözlerine karşılı
Valentin,” peki ya şu bacak arandaki ne” diyerek aslında cinsiyeti tamamen
biyolojik bedenle sınırlandırır ve özcü, sabit kimlik vurgusu yapar.
Filmde, Valentin, Marksizmin eşcinsellere karşı olan tavrını en
nihayetinde sembolik olarak karşılamaktadır. Marksizmin sadece sınıf körü
olduğu eleştirileri üzerinden karakterler konumlandırılır ilk başlarda.
Valentin, Molina ile politik bir ortaklığa girmeden ya da ortak bir paydada
buluşmadan sürekli homofobik tavırlar sergiler. “Homofobi terimini ilk ortaya
atan ve bunu ‘eşcinsellere yakın çevrelerde bulunmaktan büyük korku duymak’
olarak tanımlayan George Weinberg, homofobinin beş nedeni olduğunu söylüyordu.
Bunlardan ilki kişinin kendinde eşcinsel arzuları olmasından duyduğu gizli korkuya
bağlıyordu….diğer dördü, dinin etkisiyle, bastırılmış kıskançlıkla,
eşcinselliğin yerleşik değerleri tehdit etmesiyle ve özellikle de cinselliği
dölleme ve aile ile sınırlayan ideolojileri tehdit etmesiyle ilgilidir”(Segal,
1992:200-201). Molina, heteroseksüel bir erkeğe olan aşkını Valentin’e
anlatırken, Valentin, “tüm yapabileceğin
bir erkek gibi hissetmek” cevabını verir. Toplumsal cinsiyet kategorileri
içerisinde eşcinsellere, sabit kılınan, özcü olan erkek/kadın rolü dayatılır.
Burada Marksizme inceden bir eleştiri okuyabiliriz. Valentin, Molina’nın
hayatını ve cinsel kimliğini aşağılayarak “ gerçek hayat kendini mücadeleye
adamaktır” der. Aralarındaki tartışmalardan sonra Molina duygusal bir boşalım
yaşayarak ağlamaya başlar. Valentin tepkiyle, “kes ağlamayı, yaşlı bir kadın
gibisin” diyerek erkek/kadın bedenlerini özcü bir üslupla doğallaştırır.
Valentin’e göre bu durumda “erkek” olmak daha çok kadın ve eşcinsel olmamak
kodları üzerine kurulur. “Toplumsal
cinsiyet dışlayıcı yöntemlerle işler ve ‘zorunlu heteroseksüellik’
maskülenlikleri erkeklerle, feminenlikleri de kadınlarla özdeşleştirir”( Taş,
2012:318).
Filmin sonunda en nihayetinde Molina ve Valentin arasında kopmaz bir bağ
oluşur. Gördüğü işkence ve yediği müshilli yemeklerden sonra iyice bitkinleşen
ve halsizleşen Valentin’e, Molina tüm desteğini gösterir. Tüm bu olanlardan
sonra kırılmaz gibi görünen Valentin’ın heteroseksüel kimliği kırılarak
akışkanlık gösterir ve Molina ile cinsel bir beraberlik yaşarlar. “Bir çok
teorisyen ‘heteroseksüellik’ ‘homoseksüel’ teriminden türetilmiş bir sözcük
olduğundan –önceki terim ancak sonraki terim ile birlikte yaygınlık kazandığı
için- heteroseksüelliğin homoseksüelliğin türevi olduğunu ve bu tür bir
şecerenin önemli ideolojik sonuçlar barındırdığını savunur”(Katz, 1983:147-150,
akt, Jagose, 2015:27). “Dolayısıyla heteroseksüellik, de kurgusaldır ve anlamı
değişen kültürel örüntülere bağlıdır”(Jagose, 2015:27). Jagose’nin de
belirttiği gibi heteroseksüellik de bir kurgusallıktır, en nihayetinde eşcinsel
olan Molina ve heteroseksüel olan Valentin cinsel bir beraberlik yaşarlar. Bu
beraberliğin ardından Valentin, Molina’nın benliğine daha saygılı davranır ve
cinsel yönelimini aşağılayıcı tavırlardan tamamen arınır.
Cinsiyet kimliklerinin kültürel inşalar ve kurgular olduğu konusunda
çeşitli görüşler ortak paydada buluşurlar. O halde cinsel kimliklerimiz de,
doğamızda var olan değişmez ya da sabit kimlikler değildir. Homofobi ya da
heteroseksüellik de bu durumda sadece egemen eril anlayışın bize öğrettiği ya
da dayattığı olgulardır. Filmde de bunu Valentin’in, Molina’ya söylediği
“kimsenin seni aşağılamasına izin vermeyeceğine dair söz ver. Sana saygı
duymalarını sağla…” sözleri pekiştirmektedir. Burada da görüldüğü üzere filmin
başında heteroseksüel kimlikler dışındaki kimlikleri kabul etmeyen ve yok sayan
Valentin, bu bakışı terk eder. “Cinsiyetçilik karşıtı erkekler genelde en büyük
düşmanlarının klasik erkeklik olduğunda hemfikirdi; bunu erkeklere zorla kabul
ettirilen bir rol olarak görüyorlardı” (Segal, 1992: 341). Butler’a göre ise “
cinsiyet-toplumsal cinsiyet ayrımı da cinsiyet kategorisi de, bedenin
cinsiyetli anlamını/imlemini edinmesinden önce var olan bir ‘beden’
genellemesini ön varsayıyor. Bu görüşe göre çoğunlukla pasif bir ortam
görünümünü alan beden, onun dışında addedilen kültürel bir kaynağın işlediği
yazıtla imlenir. Oysa bedenin kültürel olarak inşa edilmişliğine dair her
kuram, pasif ve söylemden önce gelen bir şey gibi gösterilen ‘bedene’ şüpheyle
yaklaşmalı, onu fazlasıyla genel bir inşa olarak sorgulamalıdır”(Butler,
1999:214-215).
Filmin finaline doğru, Molina, Valentin’nin dışarıya iletmek istediği
mesajı alır ve Valentin’in sevgilisi olan Ldyia ile bağlantıya geçer.
Molina’dan şüphelenen cunta polisi onu takibe alır. En nihayetinde Molina
görüşmeye gittiğinde Lydia polisleri fark eder ve bunun komplo olduğunu
düşünerek polisi ve Molina’yı silahla vurur. Yaralı şekilde yakalanan Molina
polisin tüm ısrar ve baskısına rağmen Valentin’den aldığı mesajı söylemeden
yaşamını yitirir. Valentin de cuntanın işkencelerine daha fazla direnemez ve
ölür. Filmde, eşcinsel olan Molina ve Marksizm, bir çatışmalı uzlaşım hali
içerisinde resmedilmiştir. Lydia’nın Molina’yı vurması belki de eşcinsel
özgürleşmesi ve Marksist yaklaşımın henüz bir aradalığına vurgu yapamama
sıkıntısı yaratmaktadır. En temelde Marksistlerin sınıf mücadelesi sürecinde heteronormatif
kategorileri yeniden ürettikleri ya da toplumsal cinsiyet kalıplarını yeteri
kadar sorgulamadıkları eleştirilmektedir. Aynı zamanda, eşcinsel bireyler için
tek kurtuluş yolunun, sınıfsal eşitsizliklerin ortadan kalkmasıyla olabileceği
fikrine eleştirel bir tavır var. Sınıf sorununun çözümü cinsiyet eşitsizliğinin
çözümü olmayacaktır. Sosyalist ülkelerdeki cinsiyete dayalı üretim pratikleri
ve cinsiyetlerin eşitsiz şartlarda çalışması sınıf sorunu ve cinsiyet sorununun
farklı direniş biçimleri oluşturabileceği gerçeğini görmezden gelmememizi
sağlamaktadır. Fakat kendi içerisinde ataerki ile ve toplumsal cinsiyet
kategorileri ile yüzleşmeyi sağlamış bir Marksist örgütlenme biçimi, filmin
finalinde de gördüğümüz gibi, ortak bir direniş alanı olabilme fırsatı
sunmaktadır.
Sonuç
“Örümcek Kadının Öpücüğü” filmi üzerinden toplumsal cinsiyet ve Marksizm
ilişkisine, Marksizm’in, bu noktada, durduğu pozisyonu çeşitli kuramsal
yaklaşımlarla tartışmaya çalıştık. Kültürel bir inşa olarak değerlendirilen
toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretiminde Marksizm’in, “tam olarak
nerede durduğunu”, belli başlı Marksist kuramcıların çözümlemelerine de
değinerek tartışmaya açmaya çalıştık. En nihayetinde Marksistler, salt sınıfsal
kurtuluşun artık yegâne çözüm olamayacağı argümanını sahiplenmektedirler.
Marksist ve sosyalist pratikleri deneyimleyen ülkelerde, tartışmaya açtığımız
mefhumların norm dışı olarak konumlandırıldığını çeşitli Marksistler de kabul
etmektedirler. Fakat Marksizm’in yalnızca sınıf körü olduğu tartışmaları artık
gerçeği yansıtmamaktadır. İncelediğimiz filmde de olduğu gibi, kendi içinde
farklılıklar barındıran kimlikler Marksist pratiklerle uzlaşarak yeni bir
direniş alanı yaratabilirler.
İncelediğimiz film, konumlanış itibariyle
toplumsal cinsiyetlendirilmiş bedenlere karşı bir tavır içerisinde ve Marksist
bakış açısı barındırmaktadır. Marksizm’in, cinsiyet eşitsizlikleri, homofobi,
transfobi ve normlaştırılan heteroseksüel cinsel yönelim kategorilerini yeteri
kadar sorunsallaştırmadığı bir gerçek. Fakat mevcut anaakım siyasal ve cinsel
rejimlerin altüst edilmesinde, Marksist direniş pratikleri ile çeşitli eşcinsel
hareketlerin ortak bir mücadele alanı yaratabileceği su götürmez bir gerçeklik
sunar bizlere. Keza güncel
deneyimlerimizde de karşılaştığımız üzere, artık tüm dünyada LGBT özgürleşme
hareketleri, sosyalist hareketler, Marksist hareketler ve kadın hareketleri
yeni bir direniş cephesi oluşturmuş durumdalar. Fakat, her şeye rağmen
Marksizm’in hala ataerkiyle, eril iktidarla, homofobi ile ve heteroseksizmle
yeteri derecede yüzleşmediğini söyleyen sesler de yok değil.
Kaynakça:
Butler.
J.
(1999), Cinsiyet Belası: Feminizm ve
Kimliğin Altüst Edilmesi. Metis Yayınları. İstanbul
Connell,
R. W. (1998)
Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Ayrıntı Yayınları: İstanbul
Segal,
L.
(1990) Ağır Çekim: Değişen Erkeklikler,
Değişen Erkekler. Ayrıntı Yayınları: İstanbul
joan,
W. Scott. (2007) Toplumsal
Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi; Agora Yayınları: İstanbul
Wittig, M. (2013). Straight Düşünce. Sel Yayıncılık.
İstanbul
Wolf. S. (2012), Cinsellik ve Sosyalizm. Sel Yayınları.
İstanbul.
Cervulle. M. Roberts. N.R (2015), Homo Exoticus: Irk, Sınıf ve Queer Eleştiri.
Ekslibris Yayınları. İstanbul
Hartman. H. (2006), Marksizm’le Feminizm’in Mutsuz Evliliği.
Agora Yayınları. İstanbul
Jagose . A .(2013), Queer Teori Bir Giriş. Nota-Bene- Kaos GL
dizisi
Halperin. M. D. (2013), Cinselliğin Bir Tarihi Var mıdır?. Queer Tahayyül içinde(ss 87-119), Sel
Yayınları. İstanbul
Taş. B. (2012), Adam Gibi Adam Ol(ama)mak: Ayı Hareketi ve
Maskülenlik Üzerine. Cinsellik
Muamması içinde (ss 301-329). Metis Yayınları. İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder