SUNA KAYA
GİRİŞ
Kadının ve erkeğin iki karşıt taraf olarak kabul edildiği
ikili cinsiyet sınıflandırmasında, kadına ve erkeğe biçilen roller; toplumsal
cinsiyet kavramını oluşturur. Tabi olduğumuz toplumun müsade ettiği ölçüde
'kadın' ya da 'erkek' oluruz. Bu roller öyle yerleşmiş, öyle kabul görmüştür
ki, sanki ana rahmine düştüğümüz andan itibaren üzerimize giydirilen kostümler;
tenimiz olmuştur. Sorgulamak, irdelemek gelmez aklımıza. "Kadın, erkek,
anne, baba, karı-koca, abla, kız kardeş, ağabey, dayı, amca..." uzar gider
hayattaki rollerimiz. Peki nasıl ve
neden oluşturulmuştur bu kalıplar? Neden böyle yaygın bir kabulü vardır? En çok
hangi şartlarda gösterir gücünü? Hangi şartlarda yok sayılır, isyana maruz
kalır?
Bir yönetme biçimidir, toplumsal cinsiyet. Bireyleri farklı
kategorilere dahil ederek küçük gruplar haline getirmek ve yönetmek, temel
amaçtır. İnsanlığı bölen en temel kategori ise "kadın" ve
"erkek" sınıflandırmasıdır. Bu sınıflandırmada da tahakküm yetkisi
erkeğin elindedir. Çünkü sınıflandırmalar erkek eliyle yapılır. Bu eril
tahakküm, kamusal alandan özel alana hayatın her anında varlığını hissettirir. Kadın
ve erkeğin farklı "yaratılışta" oldukları varsayılarak bir yığın
dayatmayı sunar önümüze. Kadının yapabilecekleri ve daha çok yapamayacakları,
erkeğin yapamayacakları ve daha çok yapabilecekleri bu dayatma sonucunda
belirlenir. Ve iktidar, cinsiyet üzerinden yürütür hakimiyetini. Bazen
coğrafya, bazen dil, bazen din, bazen renk (ırk) çoğu zaman da kültür
(örf-anane-gelenek) belirler kadınlığımızı ya da erkekliğimizi.
Bu çalışmada cinsiyetin inşa ve yeniden inşa edilen bir
kavram olduğundan yola çıkılarak muhafazakar bir kalem olarak kabul edilen
Necip Fazıl Kısakürek'in Reis Bey (1964)
adlı piyesinde "kadın" ve "erkek" kimliğinin nasıl inşa
edildiği, metindeki karakterlerin söylemleri üzerinden analiz edilecektir. Bu
analiz ile, yaşadığı dönemdeki iktidarın (hem erkek hem müslüman kimliği ile)
temslili olan N. Fazıl'ın cinsiyet rollerine bakış açısı, günümüzde kendisine
sahip çıkan muktedir zihniyetin anlamlandırılması için de bir yol açabilir.
Necip Fazıl KISAKÜREK
1904 ile 1983 yılları arasında yaşamış bir yazar ve düşünür,
Necip Fazıl. Çok küçük yaşta okumayı öğrenir ve okumaya başladığı ilk günlerden
itibaren "şiddetli" bir kitap düşkünü olduğu rivayet edilir. Fransız
Frerler Mektebi, Amerikan Koleji, Mahalle Mektebi ve Bahriye Mektebi gibi
okullarda eğitim görmesi, bünyesinde barındırdığı farklı renklerin oluşumuna katkıda
bulunmuş olabilir. Okul hayatı boyunca edebiyatla her zaman ilişkide olan
sanatçının özellikle okul yıllarında tanıdığı isimler (Yahya Kemal, Ahmet
Hamdi, Ahmet Haşim, Yakup Kadri), edebi gelişimi için önemlidir. Ancak
Darülfünun'dan sonra Fransa'ya gidip Sorbonne Üniversitesi'de felsefe eğitimi
alması, Henri Bergson ile tanışması ve hayatı sorgulama biçimi, onu döneminin
diğer isimlerinden farklı bir yere koyar. Fransa'daki eğitimi sırasında uzun
süre yaşadığı bohem hayatı ve kumara olan düşkünlüğü, maddi olarak onu zora sokmuş; ülkeye dönmesini
gerektirmiştir. Bu dönüşten sonra bohem hayatına bir süre daha devam etmiş,
daha çok bireysel şiirler yazmıştır. Ancak bu bireysel şiirlerinde bile, hayatı
ve anlamını, insanın bu dünyadaki varlığının sebebini, ölümden sonraki yaşamı
sorgulamıştır. 1934 yılında tanıştığı bir din insanı, onun hayatı için -kendi
tabiriyle- bir dönüm noktasıdır. Bu dönemden sonra o zamana kadar sorduğu
soruların cevaplarını din ve dini ahlakta bulacak, eserleri bu doğrultuda
verecektir.
Bu ödeve konu olan Reis Bey adlı oyun da, N.Fazıl'ın
hayatının ikinci döneminde yazılmış bir eser olması sebebiyle dini ve toplumsal
ahlak kurallarını ve yargılarını fazlaca barındıran, bununla birlikte toplumun
genel kabullerini -bir anlamda- yıkan bir adamı baş karakter olarak sunmasıyla
kanımca önemli bir yerde durur. Eserin ilk sayfalarında, sanatçının ağzından,
tiyatro ile ilgili görüşlerini içerin cümlelerden biri şöyledir:
"Onu (tiyatroyu) Eski Yunan, Baküs ayinlerinden
keşfetmiş. Karagöz'ün arkadan ışıklı perdesi de büsbütün mücerrede ve remziliğe
götürmüş olabilir. Olan şudur ki, tiyatro, Eski Yunan'da bulduğu şekil ve
Rönesans sonrası vardığı, insan ve cemiyete üç buut üzerinde en canlı aynayı
tutmak haysiyetiyle, toplumu bir saate benzetecek olursanız, onun tik-takları
gibi bir şey..."(Kısakürek,1964)
Reis Bey'e Bir Bakış
Necip Fazıl'ın 1964 yılında yayımlanan Reis Bey adlı piyesi; ağır ceza hakimi Reis Bey üzerine
kurgulanmış, "akıl ve merhamet" çatışması üzerinden ilerleyen bir
metindir. Metnin ana karakteri olan Reis Bey; baktığı davalarda tamamen
yasalara uygun hareket etmesiyle ve insani hiçbir duyguyu işine karıştırmamasıyla
ün salmış bir hakimdir. Katı tavrı ile insanları kendinden uzak tutar, hiçbir
sosyal ortama dahil olmaz. Ana karakterin bir evde değil de çok da nezih
olmayan bir otelde ikamet ediyor oluşu, topluma hizmet etse bile toplumdan
azade bir hayat sürdüğü imajı çizer. "Şeriatın kestiği parmak acımaz."
söylemini hayatının her alanına işlemiş olan bu hakim, insanlara karşı
'merhametsiz' tavırlarıyla anılır. Ancak bir gün verdiği bir yanlış karardan
dolayı masum birini idam sehpasına gönderdiğinde tüm tavrı ve hayata bakış
açısı değişir. Bambaşka bir insan olur. Affetmeyi ve merhameti hayatının
merkezine alır. Bütün makam-mevkiden vazgeçer ve insanları olduğu gibi,
yargılamadan kabul etmeyi öğrenir.
Reis Bey'in kaldığı otelin katibi ile kurdukları diyaloglardan
tanıdığımız diğer karakterler şu şekildedir:
Mübaşir: Reis
Bey'in çalıştığı devlet dairesinde, getir götür işlerini yapan, imzaları takip
eden, Reis Bey'in iş hayatında da aynı ketumluğa sahip olduğunu fark ettirmek
için metne yerleştirilmiş bir karakter.
Bar kızları: Başlarda
Reis Bey'in bir bakışına dahi layık görülmeyen 'düşkün' kadınlardır.
Köylü müşteri, taşralı
müşteri, yeldirmeli kadın: "Taşra"nın namus ve kadın anlayışını
esere aksettiren karakterlerdir.
Mahkum: Eserde
Reis Bey'in verdiği yanlış kararın mağduru.
Savcı, gardiyan,
hapishane müdürü, katil, sahte hakim vs. metnin olay örgüsünün kurulmasında
işlevsel olan diğer karakterlerdir.
1. Toplumsal Cinsiyet
Bağlamında Reis Bey Adlı Piyesin Analizi
Metin, bir otel manzarası çizerek başlar. Otel orta halli,
kenar semtte bulunan bir mekandır. Otel katibi ile mübaşir arasında geçen
diyalog, bize metnin etrafında döneceği eksen olan "anne cinayeti"ni
verir. Annesini öldüren bir "erkek evladın" toplum gözündeki kritiği
aktarılır.
Mübaşir - Ne biçim iş? Apartman sahibi kibar kadının oğlu, bitirim yerinde ne arar?
Otel Katibi - Belli
mi olur? Kumara düşkünmüş... Eroine de alışmış... En adi insanlarla, en kötü
yerlerde düşüp kalkma illeti... Sosyete hastalığı...
Bu diyalogda temel olarak üç farklı ötekileştirme ve kalıp
yargı bulunur. Birincisi mübaşirin 'apartman sahibi kibar kadının oğlu'
kalıbıdır. Bu kalıp yargıya göre "oğul" olan birey, annesinin
toplumsal statüsüyle bağdaşmayan ve toplumsal normlara uymayan bir davranış göstererek
"bitirim" yerlerine gider. Bitirim tanımı, mekansal olarak bir
ötekileştirmeyi de içinde barındırır. "Çünkü yerler, oralarda gerçekleşen
olaylara göre anlam kazanırlar, insanların anılarıyla, umutlarıyla,
değerleriyle ve korkularıyla dolarlar." (Schick,1999:40). Bu durum
mübaşirin de kalıplarına uymadığı için anlaşılamaz.
Otel katibi ise, daha bilge bir tavırla, "oğul"un
bu davranışını sebeplendirir. Kumar ve eroin ile temas kurmuş her insanı
"adileştirerek" ve bu adiliği de bir sosyete hastalığı olduğunu
söyleyerek bir sınıfa mal eder ve durduğu yerden diğer tarafı eleştirir.
"Ben" ve "öteki" kavramlarını, "bura" ve
"ora" ile ilişkilendiren Schick'in yorumundan yola çıkarsak bu
ötekileştirmenin hem mekansal hem de sınıfsal boyutu daha net anlaşılır.
1.1. Reis Bey'de
Queer
Metnin ilerleyen yerlerinde "bar kızları" sahneye
girer. Onlar için yapılan tanım da şu şekildedir: " Gayet bayağı
dekolteler içinde, sırtlarında birer adi etol, birinci ve ikinci bar kızları
inerler. Birinci, ikincisine nispetle, mübalağalı bir şekilde oynak...
İkincisinde bir dikkat, vekar ve birinciye karşı murakabe (denetleme, denetim)
tavrı..." (Kısakürek,1964:13). Metni okurken gözümüzde -tabiri caizse-
"ucuz" bir kimlik inşa edilir. Bar kızlarının beden olarak
ötekileştirilmesi üzerinden yürüyen bir tavır hakim. Ancak bununla yetinilmez
ve bar kızları, kendi aralarında da ayrıştırılır ve "öteki"
olanlardan biri, diğerine göre daha "tercih edilebilir" gösterilir.
Bar kızlarının yer aldığı ilerleyen sayfalardaki diyaloglardan biri şu
şekildedir:
Mübaşir - Ya bu
yosmalar?
Otel Katibi - Onlar
her akşam bu vakit uyanıp çıkarlar, sabaha karşı da gelirler. başka bir
suçlarını görmeyiz biz.
Mübaşir - Öndeki
çok cilveliydi kızlardan...
Otel Katibi - Elbette
o hanım... Diğeri de bey... Hiç gözünü açtırmaz. Yan baktı mı, tokat hazır...
Bu konuşmada, "lezbiyen" oldukları açıkça
söylenmese de "sezdirilen" iki kadından bahsedilir. Bu kadınlar
cinsel tercihleri, hayatı yaşama ve para kazanma biçimleriyle zaten toplumsal
cinsiyet normlarına uymazlar. Fakat asıl vurucu olan nokta, bu normlara uymayan
bireyleri bile, kendi farklılıkları içinde norma tabi tutmaya çalışan otel
katibinin tavrında saklıdır. Bar kızlarından biri, daha "kadınsı"
tasvir edilerek diğeri onun "hakimi, beyi" gerektiğinde tokadı
yapıştıracak "eril tahakküm"ü olarak yansıtılır. Bu durumda kadınlar
arası ilişkilerde bile bir tarafın daha erkeksi olması, derecelendirilmiş
ötekileştirilmede kadınsı olanı daha alt tarafa iter. "Cinsiyetlerin
ebediliği ile köleler ve efendilerin ebediliği aynı inanışın sonucudur. Ve efendiler
olmaksızın köleler olamayacağı gibi, erkekler olmaksızın kadınlar da
yoktur." Bu iki bar kızı arasındaki ilişkide erkek olmadığı için
varlıkları, bir tarafın daha "erkeksi" bir role bürünmesiyle
karşılanır. "Zira cinsiyet yoktur. Sadece ezilen cinsiyet ve ezen cinsiyet
vardır. Cinsiyeti yaratan baskıdır, tersi değil. Tersi, baskıyı yaratan
cinsiyettir demektir ya da baskının sebebi, onun kökeni cinsiyetin kendisinde,
toplum öncesinde veya dışında var olabilecek bir doğal cinsiyet bölünmesinde
bulunmalı demektir." (Wittig,1992:36). Cinsiyeti yaratanın baskı olduğu
kavraması, doğru bir kavramadır. Eğer tersi olsaydı -baskıyı yaratan cinsiyet
olsaydı- bu bar kızları arasında tam bir eşitlik olurdu. Bu iki hemcins
arasındaki tahakküm ilişkisi, ezilen ve ezen üzerinden tanımlandığında, bir tarafı
"eril" diğer tarafı "dişil" kategoriye sokmaktadır. Bu
durum da cinsiyetin toplumsal roller bağlamında yeniden ve yeniden inşa
edildiği ve kendini toplum normlarının dışında tutan bireylerin ilişki
anlayışına bile sirayet ettiği söylenebilir.
İkinci perde de bar kızları karşımıza çıkar. İkinci bar kızının kimliğinin daha eril
olduğu yine ikinci bar kızının
ağzından aktarılır:
İkinci Bar Kızı - Bana
da aynı müşteriye beraber konsomasyon yapıyoruz diye, rolümü sormaz mı?
Otel Katibi - Aman,
bu ne güzel! Ne dedin?
İkinci Bar Kızı - Bu
kızın yanından bir dakika ayrılmaz koruyucusuyum, dedim. Kime karşı diye
sordular. Erkeklere karşı diye cevap verdim.
Otel Katibi - Anladılar
mı bari?
İkinci BAr Kızı - Erkek
olurlar da anlamazlar mı?
Taşralı Müşteri - (Afallamış) Ben anlamadım?
Otel Katibi - (Taşralı müşteriye ikinci bar kızını işaret
ederek) Hanımefendi, tam bir erkek olduklarını anlatmak istiyorlar.
Bu bölümde, "eril" olarak inşa edilmiş toplumsal
cinsiyetini kabullenmiş bir kadın çıkar karşımıza. Bunun da haklı nedenleri
olduğunu anlatmaya çalışır. İki kadın olarak ortak yaşamlarında, erkeklere
karşı savunmasız olduklarını düşünürler. Bu yüzden bir tarafın
"koruma" rolünü üstlenmesi gerekir. Bu kabullenişte, kadının
kendinden daha güçlü ve sert duran "biri" tarafından korunmaya
muhtaç olması durumu yeniden üretilir. Otel katibinin "hanımefendi, tam
bir erkek" söylemi, cinsiyetin bir rol olduğunu, doğuştan getirilmediğini
ve bu rollerin gerektiğinde nasıl değişebildiğini anlatması bakımından önemlidir.
Burada İkinci bar kızı, Simone de Beauvoır'nın
"Kişi kadın doğmaz, kadın olur." sözünü doğrular nitelikte, kadın
olmayı reddetmiştir.
Bar kızlarının bu metinde çarpıcı olarak yer aldığı bir
bölüm daha vardır. Bu defa olay örgüsü gereği bir hesaplaşma
yapmaktadırlar. Bu hesaplaşmada birinci
bar kızı bir suç işlediğini ve ailesi o suçunu bağışlamadığı için "bu
yol"a düştüğünü söyler. Hesaplaşması bu kadardır. Nispeten daha onurlu,
vakur ve murakabe hakkına sahip olan ikinci
bar kızının hesaplaşması daha çetindir: "Ben bütün insanlıktan
tiksiniyorum! Bu dünyada affedebileceğim tek insan görmüyorum! Biz, hepimiz,
bütün düşmüşler; evlerimizin, cemiyetimizin, dışımızdan gelen dürtüşlerin
kurbanıyız. Sonra da onların hışmına uğruyoruz! Babaları mı çocuklarını bağışlamalı,
çocuklar mı babalarını? Galiba en doğrusu çocukların babalarını asla
affetmemesi!" (Kısakürek,1964:75). Bu monologda ikinci bar kızının söylemleri, Perihan Mağden'in Babasız Kızlar Balosu şiirini
anımsatmaktadır.
...
babasız kızlar korosu:
babamız bizi sevmedi
öyle bir şey koptu ki içimizde
bütün kötü kadınlar bizden sorulur
kaçmayı biliriz biz en iyi
...
1.2. Reis Bey'de
Annelik
Metinde iki farklı anne kimliği karşımıza çıkar: Yeldirmeli Kadın ve Dadı. Kişi sayısı
olarak az tutulmuş olsa da rol olarak annelik çok önemli bir yere oturtulur.
Metnin büyük bölümünde annelerin evlatlarının durumu sebebiyle çektikleri
acılar, sıkıntılar üzerinden mağdur bir anne kimliği yaratılır. Metnin sonunda
da annelerdeki bu mağduriyet, yine mağduriyetin müsebbibi olan "er
kişi" tarafından giderilmeye çalışılır. Bu iki anne rolünün dışında,
metnin başında sadece ölümü üzerinden varlığını bildiğimiz bir anne de görülür
fakat o daha çok, katil zanlısı evlat ve dadı rollerinin inşası için gerekli
zemini oluşturmak için vardır.
Katil zanlısı evlat (bundan sonra 'mahkum' denilecek),
annesini öldürmediğini ispat edemez. Bütün deliller aleyhine çalışır. Metinde
mahkemede Reis Bey ile arasında geçen şu diyalog onu toplum nezdinde de 'mahkum' etmiştir:
Mahkum - Dadımı
annem gibi severim.
Reis Bey - Ya
annenizi ne gibi seversiniz?
Mahkum - Annemden
büyük bir şefkat görmediğimi itiraf ederim. ( Avukatlar dikilir. Savcı ve
herkes dikkat kesilir.) Eğer annemi öldürmüş olsaydım, bu sözü söyleyebilir
miydim?
Reis Bey - Fakat
işte bu sözü söyleyebildiniz!
Bu konuşmada mahkum, annesinden şefkat görmediğini
"itiraf" eder. Kelime olarak neden "itiraf" kullanılmıştır?
İtiraf kelimesinin anlamı: herkesin bilmesinde sakınca görülen bir gerçeği
gizlemekten vazgeçip açıklamak, bildirmek, söylemektir. O zaman bir annenin
çocuğuna şefkat göstermemesi ya da bir çocuğun annesinin kendisine şefkat
göstermediğini söylemesi, herkesin bilmesinde sakınca görülebilecek bir
gerçektir, bir sırdır. Bu yüzden itiraf edilir. Ve bunu itiraf edebilen mahkum,
mahkemedeki çoğunluk ve özellikle Reis Bey tarafından ayıplanır. Hatta bu sözü
söyleyebilen bir birey, annesini de öldürmüş olabilir imajı çizilir.
Metnin satır araları okunduğunda, şefkat göstermeyen maktul
annenin de üstü kapalı bir şekilde suçlandığı görülür. Annelik rolünü tam ve
doğru bir şekilde yerine getirememiş olduğu sezdirilir. Çocuğunu sütanneye
vermiş olması, bu algıyı destekler. Çocuğuna bakamayacak kadar fakir ve onu
emzirerek doyuramayacak durumda olan annelerin tercih etmek zorunda kaldığı bir
yöntemmiş gibi algılansa da, sütanneye çocuk teslim etmek, hem Batıda hem
Doğuda zengin kesimlerde de görülen bir durumdur. Arap kültüründe, Bedevilerin
belagatinin kusursuzluğuna istinaden bebek doğduğunda Bedevi bir aileye verilir
ki, dili kusursuz kullanmayı öğrensin. Bu kültürde de "anadil"
kavramının da toplumdan topluma ve tarihsel zeminler değiştikçe farklı
algılandığını belirtmek gerekir. Özellikle Batıda 16. yüzyılda, kadının çocuğu
emzirmesi, aşağılanacak bir durummuş gibi görülür ve çocuğunu emziren aristokrat
anne, toplumun gözünde bir ineğe benzeyeceği korkusuyla çocuğunu sütanneye
verir.
"Herhangi bir ekonomik zorluk yaşamayan kadınların çocuklarını sütanneye vermeleri, annelik sevgisinin tarihin her döneminde ve her toplumda bulunan evrensel bir değer ya da doğal bir içgüdü olduğu görüşüyle tamamen zıttır. Elbette ki bahsedilen bu dönemler boyunca da çocuklarını seven, onlara ilgiyle yaklaşan anneler vardır ama onların varlığı annelik sevgisinin evrensel bir duygu olduğunu göstermez. Özellikle 17. ve 18. yüzyıla baktığımızda annelerin çocuklarına karşı ilgisizliğine ilişkin kanıtlar oldukça fazladır.18. yüzyılın sonları ailenin yapısıyla ilgili zihinsel bir devrim gerçekleşmesine tanık olur. Artan Nüfus ulus için daha fazla zenginlik ve refah anlamına gelir. Böylece çocuk 18. yüzyılın sonunda ticari bir değer kazanmaya başlar. Çocuğun potansiyel olarak ekonomik bir zenginlik olduğu fark edilmiştir. İnsan bütün zenginilklerin temelidir, bütün öteki maddeleri işleyecek biricik birincil maddedir. Böylece sanayi kapitalizmine giden yolda önce manüfaktür işçisini, daha sonra da fabrika işçisini sağlayacak olan bir kaynak olarak ulusal nüfus değer kazanır. Öyleyse daha önce anne babaların ilgisizliği sonucu sinekelr gibi ölen ve isref edilen bu değerli ekonomik kaynak en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Annenin imajı, rolü ve önemi son derece derin bir dönüşümden geçmeye başlar. Günümüze kadar varlığını koruyacak olan bir söylem yaratılarak kadına her şeyden önce bir anne olduğu hatırlatılmaya başlanır. Anneye görev duygusu hatırlatılacak, suçluluk duygusu aşılanmaya çalışılacak ve (anne bu duygular üzerinden) tehdit edilecektir. Böylece bugüne kadar süren efsanenin de temelleri atılmış olur: Annelik içgüdüsü!" (Çeler,Ocak 2012-2013: 171-173).
Bu durum annelik rolünün kadına dayatılan bir norm olduğunu ve bazen geleneksel, bazen dini ama çoğu zamanda ekonomik sebeplerle kadının doğurganlığının ve çocuğa bağlılığının (çünkü bakımını üstlenmeli) kutsallaştırıldığının göstergesidir. Metindeki Dadı karakteri, bu kabulü nispeten sarsar. Doğurmadığı (dolayısıyla biyolojik ve içgüdüsel bir bağdan söz edilemeyecek olan) oğluna tam da bir "anne" normuyla bağlıdır. Dadının mahkumu gerçekten oğlu gibi sevdiğinden okuyucu şüphe duymaz. Hatta "anne şefkati"ne öyle çok sahiptir ki, metnin sonunda oğlunu haksız yere idam eden Resi Bey'i affeder ve onu da bir kardeş olarak bağrına basar. Bu durum doğurmamış kadının da toplumsal bir rol olarak "annelik"i benimseyip yaşayabileceğinin bir göstergesidir.
"Herhangi bir ekonomik zorluk yaşamayan kadınların çocuklarını sütanneye vermeleri, annelik sevgisinin tarihin her döneminde ve her toplumda bulunan evrensel bir değer ya da doğal bir içgüdü olduğu görüşüyle tamamen zıttır. Elbette ki bahsedilen bu dönemler boyunca da çocuklarını seven, onlara ilgiyle yaklaşan anneler vardır ama onların varlığı annelik sevgisinin evrensel bir duygu olduğunu göstermez. Özellikle 17. ve 18. yüzyıla baktığımızda annelerin çocuklarına karşı ilgisizliğine ilişkin kanıtlar oldukça fazladır.18. yüzyılın sonları ailenin yapısıyla ilgili zihinsel bir devrim gerçekleşmesine tanık olur. Artan Nüfus ulus için daha fazla zenginlik ve refah anlamına gelir. Böylece çocuk 18. yüzyılın sonunda ticari bir değer kazanmaya başlar. Çocuğun potansiyel olarak ekonomik bir zenginlik olduğu fark edilmiştir. İnsan bütün zenginilklerin temelidir, bütün öteki maddeleri işleyecek biricik birincil maddedir. Böylece sanayi kapitalizmine giden yolda önce manüfaktür işçisini, daha sonra da fabrika işçisini sağlayacak olan bir kaynak olarak ulusal nüfus değer kazanır. Öyleyse daha önce anne babaların ilgisizliği sonucu sinekelr gibi ölen ve isref edilen bu değerli ekonomik kaynak en iyi şekilde değerlendirilmelidir. Annenin imajı, rolü ve önemi son derece derin bir dönüşümden geçmeye başlar. Günümüze kadar varlığını koruyacak olan bir söylem yaratılarak kadına her şeyden önce bir anne olduğu hatırlatılmaya başlanır. Anneye görev duygusu hatırlatılacak, suçluluk duygusu aşılanmaya çalışılacak ve (anne bu duygular üzerinden) tehdit edilecektir. Böylece bugüne kadar süren efsanenin de temelleri atılmış olur: Annelik içgüdüsü!" (Çeler,Ocak 2012-2013: 171-173).
Bu durum annelik rolünün kadına dayatılan bir norm olduğunu ve bazen geleneksel, bazen dini ama çoğu zamanda ekonomik sebeplerle kadının doğurganlığının ve çocuğa bağlılığının (çünkü bakımını üstlenmeli) kutsallaştırıldığının göstergesidir. Metindeki Dadı karakteri, bu kabulü nispeten sarsar. Doğurmadığı (dolayısıyla biyolojik ve içgüdüsel bir bağdan söz edilemeyecek olan) oğluna tam da bir "anne" normuyla bağlıdır. Dadının mahkumu gerçekten oğlu gibi sevdiğinden okuyucu şüphe duymaz. Hatta "anne şefkati"ne öyle çok sahiptir ki, metnin sonunda oğlunu haksız yere idam eden Resi Bey'i affeder ve onu da bir kardeş olarak bağrına basar. Bu durum doğurmamış kadının da toplumsal bir rol olarak "annelik"i benimseyip yaşayabileceğinin bir göstergesidir.
Metinde temel karakterlerden olan ve Reis Bey'i sorgulama "cüret"ini gösteren ilk kadın Yeldirmeli Kadın'dır. Yine bütün ömrünü
ve varlığını evladına adamış ve onun için çırpınan bir anne figürü çıkar
karşımıza.
Yeldirmeli Kadın - Torunlarım
sokakta dileniyor! Gelinim orospuluk edemiyor! (Burada kadının çalışması ile
orospuluk arasından doğrudan bir bağ kurulabilir mi?)Ben yetmişime geldim. Elim
ayağım tutmuyor. Geline göz koyanlar oğluma iftira etti. Dilerim Hak'tan en
ağır en olmaz iftiraya uğra, sen! Evladın yoksa, senin başına gelsin.
Anne kimliği dışında buradaki kadının hiçbir vasfı yoktur.
Hayattaki tek rolü anneliktir ve o da elinden alınmıştır. Annelik rolü
sarsılınca otoriteden pay aldığı kayınvalidelik ve babaannelik rolleri de
tehlikeye girer. Ve vazgeçilmez ön kabul annelik içgüdüsü devreye girer.
Bedduasında bile önce evlat sonra birey gelir. Reis Bey'in verdiği yanlış bir karar yüzünden oğlu hapse düşmüş,
evleri "erkeksiz" kalmıştır. Aslında kadının kocası hayatta olsaydı,
yani evde bir "erkek" olsaydı, çırpınışları bu kadar fazla olur muydu
bilinmez. Erkek evlat ve kız evlat rolleri arasındaki temel fark ve baba
olmadığı zamanlarda evin reisliğini yapacak kişinin genelde erkek olması durumu
"evin direği" rolünü erkek
çocuğa yükler. Erkek çocuk bir sebeple evden uzaklaşınca anne, ne yapacağını
bilemez duruma gelir ve acı ve öfke içinde evladını geri ister. Olay örgüsünün
ilerleyen kısımlarında Reis Bey bu
kadının haklı olduğunu itiraf edecek ve oğlu hapisten çıkana kadar geçinmeleri
için emeklilik ikramiyesini onlara verecektir.
Reis Bey - Annelerinizi
düşünün! Yüreği yufka, komşu hediyesi börekten en hatırlı bir parçayı gazeteye
sarmış,zindan kapısında sıra bekleyen,gözyaşının kudretini, demiri eritececk
bir kezzap haline getiren annelerinizi düşünün ve ağlamayı öğrenin!
Bu sözlerde yine anneliğin "cefakar" olma durumu
gözler önünne serilirken, "baba"dan hiç bahsedilmez. Ağlamayı
öğrenmekten bahsedildiği için, anne örnek olarak daha uygun görülmüştür. Yazar,
Reis Bey'e merhamet yüklediği
alanlarda bile kadının merhametini, anne şefkatini referans almıştır. Pişman
bir erkeğin gözyaşlarının baba figürü ile değil de anne figürü ile
yansıtılması, duygusallığın da erkekliğe uygun bir davranış biçimi olmadığının
göstergesidir.
1.3. Reis Bey'de
Hegemonik Erkeklik
"Eril/erkek iktidar salt kadınları değil aynı zamanda
yaşamlarını sürekli ispatlanması ve onaylanması gereken bir erkeklikle
sarmaladığı için erkekleri de ezer. Erkeklik, kadınlık gibi bir toplumsal cinsiyet
biçimlenmesidir. Eril olmak biyolojikse , erkeklik de kültüreldir. Onu sosyal
ve kültürel bağlamdan bağımsız düşünemeyiz. Birey ve gruplar tarafından farklı
zaman, koşul ve mekanlarda, farklı şekillerde biçimlendirilir ve ifade edilir.
Erkekler, “erkeklik”i genetik oluşumlarının bir parçası olarak taşımazlar;
erkeklik, onların kültürleme yoluyla öğrendikleri algılamaların ve
davranışların bir birleşimi, kültürel olarak belirlenen yollarla yeniden
ürettikleri bir oluşumdur." (sinikmen.blogspot.com.tr/08.10.2011)
İkinci perdenin son bölümünde ve üçüncü perdede geçen
diyaloglar ve olay örgüsünün neredeyse tamamı, hegemonik erkeklik örnekleri
barındırmaktadır. Özellikle mahkumun idam edileceği hapishanedeki savcının ve
hapishane müdürünün, ağır ceza hakimi olan Reis
Bey'e karşı tavırlarındaki farklılık dikkat çekicidir. Bununla birlikte,
eril iktidarın rol kalıplarına uygun davranan ve bu kalıplardan rahatsız olduğu
sezdirilen iki örneğin birlikte verilmesi açısından, gardiyanların diyalogu
önemlidir. İkinci gardiyan, bulduğu ilk fırsatta hapishane müdürünün koltuğuna
kurulur.
Birinci Gardiyan - Oh...
Ne de güzel yerleşiyorsun! Müdür Bey, savcıyla beraber şuracıkta...
Geliverirlerse?
İkinci Gardiyan - Gelsinler!
Pencereden görürüz. Sen de beş dakika oturuver. Bütün gece ayakta kaldın!
Birinci Gardiyan - Ben
oturmam!
İkinci Gardiyan - Müdürlük
ne tatlı...
Birinci Gardiyan - Neresi
tatlı? O da mahkumun biri... Serbest mahkum... Doğan kuşu da esirdir ama küçük
kuşlar avlamaya bayılır.
Burada doğan kuşu ve küçük kuşlar imgeleriyle, erkekler
arasındaki hegemonya kastedilir. Her iki tür de kuştur fakat bir gücün
tahakkümünde olsa bile doğan kuşu da kendinen fiziki güç alarak zayıf olan
kuşlar üzerinde hüküm sürer. Kimmel'a göre -inşa edilmiş- hegemonik erkek; kadınsılığa
gönderme yapacak her şeyden kaçınan, başarı, servet ve statüye sahip, atletik
bir vücudu olan, duygusallıktan uzak, kontrollü ve agresif, eyleme geçme
potansiyeli olan erkektir. Erkeklerin kendi aralarında kurdukları hiyerarşik
düzen bunlar gibi farklı alanlardan varlığını sürdürür. Bu özelliklerden kaç
tanesini ne kadar taşıdıklarına göre erkekler arası hegemoya kurulur. Erkekler
arası bu hegemonik ilişkinin bir diğer yansıması Hapishane Müdürü, Savcı ve Reis
Bey arsında geçen konuşmalarda gösterilir.
(Savcı, Reis Bey'i
görünce az hürmetkar bir tavırla gidip elini sıkar. Müdür, uzaktan mübalağa ile
eğilir. Reis Bey'in kendi makamına oturmasını ister fakat Reis Bey bir
iskemleye oturur.)
Reis Bey - Ceza
felsefesinde bir görüş vardır: Bir masuma kıymaktansa, bin cürümlüyü cezasız
bırakmak yeğdir. Ben de diyorum ki, cemiyette bir ferdi korumak için, bin
kişiye bu gömleği giydirmekten kaçınmamalıdır. O bir kişi bütün cemiyettir.
Hapishane Müdürü - Pek
doğru efendim.
Savcı - Bence
yanlış.
Bu sahne boyunca Hapishane
Müdürü'nün Reis Bey'e karşı olan
yalakalığı ve statü ezikliği devam eder. " Meslek adı verilen ve aslen
toplumsal olan mantık, yatkınlıklarla konumlar arasında öyle uyumlu
karşılaşmalar yaratır ki, sembolik tahakkümün kurbanları olan itaat, nezaket,
uysallık, sadakat ve kendinden feragat etme erdemlerine hasredilmiş madun ve
ast niteliğindeki görevleri seve seve yerine
getirirler."(Bourdieu,1998:75). Burada Bourdieu'nun yorumu, Hapishane Müdürü ve Reis Bey arasındaki tahakküm ilişkisini
açıklar mahiyettedir. Çünkü her ikisi de mesleği sebebiyle aynı ortamda
bulunurlar. Bir ast olarak Hapishane
Müdürü bütün görevlerini seve seve yerine
getirmektedir. "Erkeklerin, hegemonik erkekliğe rıza göstermesinin elbette
ki tek bir nedeni yoktur. En önemli neden, 'erkeklerin çoğunun kadınlara karşı
kurulan iktidardan ve kadınların tabii konumundan pay almasıdır. Hegemonik
erkeklik, bu üstünlüğü kültürel olarak kurar." (Connell,1998:247). Bu
metinde tahakküme gösterilen rıza, kadınlara karşı kurulan iktidardan ziyade,
diğer erkeklere karşı kurulan iktidardan gelir. Hapishane müdürü, Reis Bey'e boyun eğer, çünkü kendisi de başka
erkeklere (gardiyanlar, mahkumlar vs.) boyun eğdirmektedir. Bunu bir hak olarak
görür. Makamın getirdiği bir hak. Foucault'ya göre iktidar; yalnızca bir
bastırma, sınırlama ya da yasaklama olarak tanımlanamaz. Toplumsal, kültürel ve
siyasal yaşamlarımızın tümüne yayılan karmaşık ve birbiri arasında ayrım
gösteren iktidar ilişkileri, özne-konum tarzlarını, genellikle cezalandırıcı
yaptırımlarla değil, toplumsal düzende yürürlükte bulunan norm ve değerleri
içselleştirmeye ikna ederek emniyet altına almaktadır. (aktaran Baştürk Akea,
Tönel, 2011:31). Hegemonik erkeklik kategorisinde alt statüde olanın üst
statüde olana gösterdiği abartılı saygı; üst statüde olan, üzerinden
tahakkümünü yürüttüğü mevkisini kaybedince sona erer. Yerini abartılı bir
intikam ve dalga geçme arzusuna bırakır. Savcı ise daima mesafeli durur. Kimse
üzerinde tahakküm kurmaz.
Hapishane Müdürü - (Reis
Bey'e) Hatırlıyor musunuz? İdamına hükmettiğiniz masumu astırdığınız gece, bana
"Onu susturmak, terbiyesiz diye paylamak küçüklüktür!" demiştiniz.
Sırtımda hapishane müdürü zırhını adi buluştunuz. Şimdi onun emir ve muhafazası
altındasınız! Merak etmeyiniz hakkınızda aynıyle sizin eski prensiplerinize
uygun olarak, en merhametsiz kanun ölçülerinden başka bir şey tatbik
edilmeyecektir. (Yere bakan Resi Bey'e gayet sert) Sanık yüzüme bak!
Hegemonik erkekliğin yansıtıldığı bir diğer olay da, Yankesici ile Karaborsacıya yapılan muamele farklılığıdır. Her ikisi de hırsız
olmasına rağmen karaborsacı, diğerinden
üstün kabul edilir. Burada ise temel mesele paradır. Ekonomik bir tahakküm
kurulur. Yaptıkları eylem aynı olsa bile zengin olanın toplumsal statüsü daha
yüksektir. Bu durum Hapishane müdürünün
onu ayrı bir yere alması ve "Yalnız, kadillakta birkaç kadın, hastanede
bir sürü iş adamı olmaz! Arada, Boğaza kadar uzanmalar falan dikkat! Sonra eve
haber gönderin yemeklerinizi o kadar lüks tutmasınlar. Biz müdürken gazoz
içemiyoruz, siz ıstakoz yiyorsunuz!" söylemi, paraya dayalı tahakkümü
müdürün de içselleştirdiğini anlatır ki bu kimi durumlarda iktidar kurulan
nesnenin bir diğer iktidar kurulan nesneye de üstün olabildiğini gösterir. Para
> mevki.
Sonuç Yerine
Necip Fazıl Kısakürek'in Reis Bey adlı tiyatro metni, farklı
toplumsal cinsiyet rollerini barındırması noktasında verimli bir metindir.
Yazar bunu bilerek, isteyerek mi yapmıştır yoksa farkında olmadan mı bu kadar
farklı rolleri bir araya getirmiştir bilinmez. Fakat hem queeri hem hegemonik
erkekliği hem de annelik kavramının toplumsal inşasını ve sorgulanmasını
barındırması açısından önemli bir yerde durur. Temel olarak
muhafazakar/gelenekçi bir söylem üzerine kurulsa da, olay örgüsünün sonunda
ötekileştirilmiş kimlikleri haklı ve güçlü; ötekileştiren özneyi haksız ve
güçsüz konuma getirmiştir. Bu durum da eleştirel bir bakış açısı sağlar.
Toplumsal rollerin nasıl üretildiğini, nasıl akışkan/değişken bir yapıya sahip
olduğunu, iktidarın muktedirliğini nasıl ve niçin kaybedebileceğini gözler
önüne serer.
KAYNAKÇA
Bourdieu, Pierre (2014)
Eril Tahakküm, Çev. Bediz Yılmaz 2. bsk., İstanbul: Bağlam Yayıncılık.
Connell, R. W. (1998) Toplumsal Cinsiyet ve İktidar, Çev.
Cem Soydemir 2. bsk., İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Çeler, Z. (Kasım-Aralık-Ocak 2012-2013) Annenin Serüveni:
Kadının Anne Olarak Toplumsal Kurgulanışı, Doğu-Batı
Düşünce Dergisi 63:171-174.
Erdoğan, İlker (2011) Medyada Hegemonik Erkek(lik) ve
Temsil, Erkeklik Çalışmalarına Teorik Bir Çerçeve: Feminist Çalışmakardan
Hegemonik Erkekliğe, Emel Baştürk Akea ve Ebru Tönel, Ankara: Kalkedon
Yayınları.
Kısakürek N.Fazıl (1964) Reis Bey, 30. bsk. İstanbul: Büyük
Doğu Yayınları
Sancar, Serpil (2011)
Erkeklik: İmkansız İktidar (Ailede,
Piyasada ve Sokakta Erkekler), 3. bsk., İstanbul: Metis Yayınları,
Schick, I.C. (1999) Batının Cinsel Kıyısı, Başkalıkçı
Söylemde Cinsellik ve Mekansallık, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
Wittig, M. (1992) Straight Düşünce, (Türkçesi: Leman Sevda
Darıcıoğlu, Pınar Büyüktaş) İstanbul: Sel Yayıncılık.
Hegemonik Erkeklik (2011) http://sinikmen.blogspot.com.tr/2011/10/hegemonik-erkeklik_18.html