Teslimiyet
Filminin Cinsiyetin Toplumsal İnşası Bağlamında Analizi: “Kurtuluş
Çağrısı”na Sırt Çevirmek
Işıl KIZILIRMAK*
Giriş
Beden, bireyin kendisini tanımlama ve benlik inşasında etkin rol oynayan bir kavramdır. Bu bağlamda, öncelikle bireye bir "kimlik" ve o kimliğe uygun normlar sunduğu öngörülen bedenin sosyokültürel olarak inşa edildiğinden söz etmek gereklidir. Sosyolojik çalışmalara yakın zamanda konu olan beden, kendisine
atfedilmeye çalışılan doğallığın aksine doğumla gelen biyolojik bir farklılıkla
değil ideolojinin ona atfettiği sınırlar ve beklentilerle kurgulanır. Bedenin
doğumla kız/ erkek, dişi/eril olarak yaftalanması ile başlayan bu süreç,
bedenin toplumsal normlara uygun biçimde şekillenmesi ile devam eder. İdeolojinin,
doğumla atanan cinsiyetin sınırlarını belirleyişi, onu değişmez bir özmüşcesine
inşa edişi, ona atfettikleri ve reddettikleriyle kurgulayışı toplumsal cinsiyet
kavramıyla ifade edilir. Bedenin kadın/erkek ikili karşıtlığı üzerinden inşası,
toplumsal cinsiyet kavramının kurgusallığı ile ilişkilidir.
Toplumsal cinsiyet
(gender) kavramı en güncel haliyle, cinsler arasındaki ilişkinin toplumsal
olarak örgütlenmesini açıklamak (Scott, 2007:
3) ve “cinsiyet” ya da “tinsel farklılık” kelimelerinin anlamlarının biyolojik
farklılarla temellendirilmesini reddetmek için ilk kez Amerikalı feministler tarafından
kullanılmıştır (Scott, 2007:3) Segal (1992: 98) ise kavramın 1968’de toplumsal
cinsiyetin biyolojik ‘cinsiyet’ten farklı olabileceğini göstermek üzere Robert
Stoller tarafından ortaya atıldığını, 1970’li yıllarda ise Ann Oakley’in
çabaları ile kullanımının yaygınlık kazandığını ve Oakley’in cinsiyetin
biyolojik olarak kurulmasına karşı, ‘kadınlık’ ve ‘erkeklik’ fenomenleri olarak
toplumsal cinsiyetin kültürel olarak kurulduğuna dikkat çektiğini söyler.
Toplumsal cinsiyet biyolojik fark değinilerinden ayrı ve ideolojik olarak
kurgulanan, toplumun “kadın” ve “erkek” kimliklerinden beklenti ve retlerini
içeren bir inşa halidir. Toplumsal cinsiyet kodlarının, kendisini inşa ederken
aynı anda karşıtını inşa ettiğini ve karşıtlıkla da temellendiğini söylemek
mümkündür. Scott(2007:53), toplumsal cinsiyet kavramının kadın ve erkek
arasındaki karşıtlığa işaret ederken bu karşıtlığın anlamını da oluşturduğunu
savlar. Scott ’a göre, bu kavramın yarattığı referans güvenilir ve değişmez
olmalı, doğal ya da ilahi bir düzenin parçası gibi algılanmalı ve insanlar
tarafından inşa edilen bir şey gibi görünmemelidir.
“Cinsiyet”e atfedilen
normların doğallıkla geliştiğini ve bu bağlamda değişmez olduğu algısının
toplumsal cinsiyet rollerinin düzen tarafından belirlendiği gerçeğini
perdelediğini düşünen Wittig (2013:39), cinsiyet farklılığı ideolojisinin
kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal karşıtlığı doğa bahanesiyle örten bir
sansür gibi işlediğini ve eril/dişil ya da erkek/dişi biçimindeki
kategorileştirmelerin toplumsal farklılıkların her zaman ekonomik, politik ve
ideolojik bir düzene bağlılıkla temellenmesinin üzerini örttüğünü söyler. Wittig
(2013:39)’e göre, cinsiyet kategorisi kadın üzerindeki eril tahakkümün
sürdürücüsüdür ve cinsiyet kategorisi toplumu heteroseksüel olarak kurar, erkek
ve kadın arasındaki ilişkiyi “doğal” oluş temeliyle düzenler ve kadınları
heteroseksüel bir ekonomiye maruz bırakır; bu ekonomik düzende kadın “tür”ü
üretmekle yükümlüdür. Cinsiyet
kategorisinin kadınların cinsel varlıklara dönüştürüldüğü, kendileri için
belirlenen kategorinin sınırlarının dışına çıkmadığı bir heteroseksüel toplum
ürünü olduğunu savlar .
İktidarın toplumsal
cinsiyet rolleri üzerindeki etkisini ve ilişkisini anlatan Connell (1998:131),
kadınlar ve erkekler arasındaki ikili karşıtlığının temelinde emek, iktidar ve
kateksis ana yapılarının bulunduğundan söz eder. Buna göre bu üç ana yapı
birbirleriyle paralel biçimde ilerler ve birbirlerinin sürekliliğinde rol
oynar. Aile, kurumlar, işyeri, sokak ve
özellikle devlet bu yapıların işlerliğini ve devamlılığını sağlarken, eril
tahakkümün hüküm sürdüğü cinsiyet rejimleri oluştururlar.
Biyolojik belirlenim
savının üzerini örttüğü gerçek; cinsiyetin doğum anından itibaren ideolojik
olarak kurgulandığı, yani toplumsal cinsiyetin inşa edildiğidir. Bu kurgunun
gereklerini reddetmek ve bedenin heteronormatif sınırları aşması konusunda
direngen davranmak da – kurgunun örüntülerinden tamamen arınmak olası görünmese
de- mümkündür. Çalışmanın konusu olan filmin odağındaki dört karakter bu mümkün
olma halini deneyimlemektedir. Her biri “doğum
cinsiyetlerinin aksine kendilerini kadın olarak tanıyan/tanımlayan, sunan ve
buna uygun yaşayan kişilerdir” ( Koyama, 2013:364) yani trans bireylerdir. Trans
kelimesi doğumla gelen cinsiyetle ideolojik olarak inşa edilen toplumsal
cinsiyet arasındaki bağlantıyı kesmeye çabalayan, toplumsal cinsiyet normlarına
uymayı reddeden herkes için kullanılmaya başlamıştır ( Koyama 2013:364)
Teslimiyet
Filminin Söylemi ve Gerçek Olanın
Sorgulanması
Teslimiyet- Other Angels,
seks işçiliği yapan dört transseksüel kadının hayatına; onlardan biri olan
Sanem ve yaşadıkları sokağa taşınan Gökhan’ın ilişkileri üzerinden toplumsal
cinsiyet inşası, heteronormatif sistemin beden üzerindeki dayatmaları ve homofobik
şiddete odaklanan bir film. Öncelikle filmdeki dört karakterin gerçek
hayatlarında transseksüelliği deneyimlemiş bireyler olmalarının filmi dikkate
değer kıldığını söylemek mümkün. Filmin
-özellikle Hayat’ta belirginleşen şekilde- trans seks işçilerini tercihlerinin bedeli olarak,
heteronormatif ve ataerkil sistem tarafından cezalandırılan acınası kader mahkumları ya da salt iyiler
olarak temsil etmeyip sahiciliğe yaklaşması ve bunu yaparken normal kabul
edilenin sahiciliğini sorgulatması bakımından ( filmde sıkça karşımıza çıkan
abartılı oyunculukların da, normal
olanların dünyasının gerçekliğini sorgulamaya imkan vermek; bu çelişkiyi
göstermek üzere vurgulandığını düşünmek mümkündür) değerli bir örnek olduğu söylenebilir.
Trans bireylerin farklı bir kimlik inşa etmek üzere çıktıkları yolculuğun, tek
bir modelin kopyalarıymışçasına sunulduğu temsillerinin aksine, normatif eşiğin
diğer yanında kalanlar gibi kendine özgülükleri ve biriciklikleriyle temsil
edilmeleri de kanımca önemlidir. Anlatı, toplumsal
cinsiyetin ideolojik olarak inşa edildiğini ve hayli derin bir kurguya sahip
olduğunu savlar. Öyle ki, toplumsal cinsiyet sadece kadın ve erkeğe çizdiği
sınırlar, temsil gereklilikleri ve kadın-erkek ikili karşıtlığından ibaret
değildir. İnşa bu normların dışına çıkan, kendi bedeni ve kimliğini kurgulamak isteyen bireyin, ötekinin sınırları belirlerken de etkindir. Karşıtının temsilini de
kendi çizer.
Çalışma boyunca
karakterler üzerinden yapılmaya çalışılan okumalar/tartışmalarda da görüleceği
üzere filmin, görmeye alışkın olduğumuz temsillerin aksine normal ve gerçek dayatmalarına
ve devlet eliyle sürdürülen sistematik işkenceler dahil eril tahakküme karşı
direngen bir tavır sergileyip, heteronormatif çağrıya boyun eğmeyerek yürümeye
çabalayan kadınların hayatlarına odaklanarak ezber bozmayı amaç edindiğini
söylemek mümkündür. Ayrıca filmin, homofobi ve homofobik şiddetin bunca
yoğunlukta var olduğu bir ülkede, medyadaki eşcinsellik temsilerinin
izleyicinin eşcinselliğe yönelik tutumunu belirlemesinde etkin rol oynaması da
göz önünde bulundurulduğunda (Calzo ve Ward’tan aktaran Ertan 2011:98) ,
homofobik söylemden uzak bir dil inşa etmeye çalıştığı açıktır.
Teslimiyet:
“Kurtuluş Çağrısı”na Sırt Çevirmek
Hayat, Mavi, Aygül ve
Sanem** aynı evde yaşayan ve yaşamlarını sürdürmek için seks işçiliği yapan transseksüel
kadınlardır. Her akşam aynı iş pratiğini yineliyor olmaktan dolayı rahatsız
olduklarını söylemek mümkündür. Hayat karakteri; evin, işin sahibidir ve evdeki
diğer kadınların davranışları üzerinde söz sahibidir. Deneyimlediği transfobik şiddet nedeniyle dış
dünyaya ve insanlara karşı açıkça öfkelidir. Bu öfkenin kimi zaman kendini ve
kararlarını sorgulama/suçlamadan beslendiğini ve bu iki huzursuzluk odağının birbirini harladığını düşünebiliriz. Kanımca,
Hayat dünyaya ve kendi kimliğine yönelik söylemleriyle filmin odağındaki
konulara dair en net düşünme alanını yaratan karakterdir. Mavi’nin ortak
geçmişlerine dair anlattıkları ile küçük bir yerde ibne olmanın baskısıyla yaşadığını, gördüğü şiddet karşısında
direngen bir tavır sergileyip olmak istediği kişi olarak yaşamaya başladığını
öğrendiğimiz Hayat’ın iktidar arayışı film boyunca devam eder. Evdeki diğer
kadınlar üzerinde doğrudan fiziki ya da sözlü şiddetle beslenen bir iktidarı
elinde bulundurur. Bu iktidar olma halini yitirmekten dolayı endişelendiğini
görürüz. Günlük pratikleri düzenlemek, evdeki nizamı kontrol etmek ve diğer bireyler
üzerinde söz hakkının tek sahibi olmak açısından zaman zaman bir eril bir
figürdür. Ayrıca çalışma saatlerini, düzenini belirleyen; parayı elinde bulunduran
olarak da iktidar ve doğalıyla erillik kuşandığına şahit oluruz. Kimi zaman baba kimi zaman patron olarak kuşanılan bu erilliğin ve diğerleri üzerinde tahakküm
kurma halinin doğrudan Hayat’ın tercihleri ile şekillenmemiş olup, içinde
bulundukları şartların dayatmalarından kaynaklandığı filmde net olarak olmasa
da yansıtılmıştır.
Hayat kendini sıklıkla
ezileni olduğu çarkın ezeni olarak konumlandırmaya çalışmaktadır. Bu açıdan
anlatının; transfobik ve homofobik
şiddetin onu deneyimleyen bir trans bireyi, olmak istediği kimliğe
yabancılaştıracak çelişkilerle donattığını; kendisini
var etme sürecinde iktidar döngüsünden ayrışamama ve özgürleşememesinden
söz etmesi açısından dikkate değer bir temsil sunduğu söylenebilir. Doğumla
gelen bedenin gerektirdiği biçimde yaşamayı reddedip kendi kimliğini yeniden
inşa etmeye çalışan bir birey, içinde yaşadığı düzenin tahakkümüne bütünüyle
sırt çevirmesi olası görünmediğinden, reddettiği kimliğin gerekleriyle yaşamak zorunda kalmak ve bu çatışmayla başa çıkmak
zorunda kalmaktadır. Anlatı boyunca yaşadığı ani duygu değişimleri bu
çatışmanın arka planı üzerine düşünmeye imkan verecek şekilde kurgulanmıştır.
Öte yandan bir eril öznenin kendi varlığı üzerinde iktidar kurmasını bekleyen
ve bu halden hoşnut bir tutumu da vardır. Kendisine sahip çıkan, arzulayan bir erkekle normal sınırlarına dahil
olmuşçasına sürdürülebilecek; heteroseksüel düzenle kurgulanmış bir ilişki aradığını
söylemek de mümkündür. Hayat’ın çelişkilerinin tamamı ve özelde aradığı
ilişkinin beklentilerini Koyama’nın değerlendirmesi üzerinden okumak faydalı
olacaktır:
“Ne var ki hiç kimse
kurumsallaşmış cinsiyet sisteminin sosyal ve kültürel dinamiklerinden azade
değildir. Cinsiyet kimliklerimiz veya ifadelerimiz hakkında kararlarımızı
ataerkil ikili cinsiyet sistemi bağlamı içinde verdiğimiz gerçeğinden
kaçamayız. Özellikle trans kadınlar kendine kimin doğal kadın olduğuna, kimin
olmadığına karar verme yetkisi gören tıp cemaati tarafından tanınmak ve
meşrulaştırılmak için geleneksel “kadınlık” (femininity) tanımını kabul etmeye
teşvik edilmekte, kimi zaman buna mecbur bırakılmaktadırlar. Çoğu zaman trans
kadınlar kadın olarak onaylanmak ve hormonlara, tıbbi müdahalelere ulaşabilmek için
kadınlıklarını toplumsal cinsiyete dair kalıpları içselleştirerek “kanıtlamak”
zorunda kalıyorlar...” (Koyama
2013:365)
Bu açıdan heteroseksüel düzenin kurgusuna dair
reddettiğinin kendi bedeni konusunda tercih yapabilme özgürlüğü olduğunu; bu
tercih doğrultusunda var ettiği yeni bedenle aynı düzenin bir oyuncusu olmak
istediği, topyekün bir reddediş içinde bulunmak istemediği, dayatılan normları
içselleştirerek hareket ettiği söylenebilir.
Mavi hikayesini
kendisinden dinlediğimiz tek karakterdir. Hayat’la aynı yerde büyümüş, aynı
çevreden aynı homofobik şiddeti yaşamıştır. Adlı adınca ibne diye tarifler kendisini; heteronormatif söylemin ötekine yönelttiği tanımlamayı
kabullenişi/yadırgamayışındaki bu tutum, trans oldukları için onu ve
arkadaşlarını aşağılayanların tavrına kızgın olmayışında da görülür. İlk
gençliğinden beri Hayat’a aşıktır ancak homofobik şiddet doğrudan ölüm
tehdidine dönüşerek zorunlu bir evlilik ve çocuk sahibi olmayı dayatmıştır ona.
Bu dayatma; cinsiyet belirlenimi, cinsiyete atfedilen temsil zorunluluklar ve
heteronormatif sistemin beden üzerindeki tahakkümüne dair okumalara imkan
verir. Kendi tercihi olmayan bu heteroseksüel aile babası, gerçek erkek kalıbına sığmayı reddederek Hayat’ın peşinden
İstanbul’a gelmiştir. Geçiş sürecini tamamlamış olan Hayat’la birlikte
İstanbul’a geldiğinde homoseksüel bir erkek olduğunu ancak daha sonra yaşamına trans
bir kadın olarak devam ettiğini öğrendiğimiz Mavi karakteri; cinsiyetin inşa
edilen, değişebilir/çeşitlenebilir bir inşa halinden ibaret olduğunu söyler.
Hayat ve Mavi’nin
doğrudan heteroseksüel sistemden birer temsil atfetmek yanılgısına düşmemeye
çabalayarak, -ve karakterlerin iradi kararları dışında gelişen süreçlere dahil
olduklarının işaret edildiği kabulüyle- ev
içi ilişkilerde iktidarı elinde tutan erillik kuşanmış bir temsille, bu eril iktidarın
sıklıkla doğrudan muhattabı ve devamlılığını sağlayan olan dişil temsil olarak konumlandıkları
söylenebilir. Bu açıdan temsiller, iktidarın ve reddedilen normatif
dayatmaların karşıtının hayatına
sızması ve orada yeniden inşasındaki rolünün açığa çıkartması olarak da
okunabilir.
Aygül karakteri,
anlatının sürdürücülerinden olan beden, kimlik, toplumsal cinsiyet inşası gibi
kavramlara dair okumalar yapmak için fazla imkan sağlamamaktadır. Zaman zaman
mutsuz/pişman tavırlar sergilemekle birlikte, işten ve arkadaşlarından
ayrılarak annesiyle yurtdışına çıkarken mutsuzluğunun kaynağında; tercihinin
değil bu tercihi yaşayabilmek için yapmak zorunda kaldıklarının yani bedenini
özgürleştirmek için çıktığı yolda beden özgürlüğünü devretmesinin durduğunu
anlatır. Tutumunu belirleyen, seks işçiliği yapmak durumunda olması, bedeni
üzerindeki söz hakkının müşteriler ve aracılara devri, reddettiği düzenin
hayatının belirleniminde bunca rol oynamasına karşı hissettikleridir. Film, bu
noktada da cinsiyetini kendi istediğince var etmek isteyen karakterin pişman
olup, bedel ödediği (bu yolla düzene aykırı davrananın kendi eliyle
cezalandırıldığı) mesajını vermekten kaçınmıştır, aksine düzenin beden
üzerinden sızan ve doğrudan bedeni kısıtlayarak süregelen gücüne vurgu
yapmıştır.
Sanem filmin başından
itibaren sessiz, duygusal, romantik bir karakterdir; arkadaşları arasında
kadına atfedilen özellikler en çok Sanem’de görülmektedir. Gökhan’ karşı yoğun
bir duygusal bağlanımı olduğu görülmektedir ancak anlatı, bu aşk hikayesini seks işçisi trans kadını
zorunlulukla sürdüğü işi yapmaktan kurtarıp, kendisine sahip çıkacak kahraman
erkeğin yolunu gözleyen mağdur ve mahkum bir temsile evriltmemiştir. Ne
Sanem’in arkadaşları arasındaki en iyi/gerçek
kadın olarak aşkı hak ettiğini ima edilmiş ne de Gökhan’a ve elbette sesi
olduğu normatif dayatmaya boyun eğerek yeni ve normal bir başlangıç yapmasının çağrıcısı olunmuştur.
Gökhan, varlığını
hayatına giren kişilerin ellerine teslim etmiş görünen bir karakterdir. Sevgilisi Buket tarafından reddedilmek,
hayatını amaçsız kılar. Ancak Sanem’in hayatına girişi ve onu adli süreçlerden
uzaklaştırmak yolundaki girişimleri salt duygusal değişim ya da hayatına anlam
katmak üzerinden okunamaz. Gökhan, Sanem’i kadın bedeninden uzaklaştırmaya
karar verdiğinde, uyguladığı psikolojik işkence polislerin uyguladığı fiziksel
işkenceden farksızdır. Trans bireylere yıllarca devlet eliyle özellikle saç
kesme/kazıma ile işkence edildiği de düşününce, Gökhan’ın Sanem’in bedeni
üzerinde inşa etmeye çalıştığı doğrudan kurulu düzenin normlarıdır. Gökhan’ın
hayatını anlamlandırmaya başlayan, onu harekete geçiren itki; düzenin
bekçiliğine soyunmaktan gelen güçtür. Sanem ve arkadaşları, polisler tarafından
şiddet uygulanıp gözaltına alındıklarında –hatta Aygül kanlar içinde, baygın
önünde sürüklenirken- ikirciksiz biçimde paçayı
kurtarmış olmanın umarsızlığıyla evine dönmesi de, kendisini çarkın hangi
tarafında konumlandırdığının göstergesi olarak okunabilir. Sanem aynadaki
yansımasının bir erkeğe dönüştürüldüğünü gördüğünde Gökhan’a “bir de seni becermemi mi isteyeceksin” der.
Bu soru, Gökhan’ın film boyunca öyle değilmişçesine yaşadığı hayatın cilasını
kazır. Bu sorunun yarattığı öfkenin ve Sanem’i hiçleştirmedeki çabasının
temelinde homofobinin olduğu; Gökhan’ın davranışlarının yaşadığı ilişkiyi ve
doğalıyla kendini temize çekme ihtiyacıyla şekillendiği düşünülebilir. Öte
yandan, bu dönüştürme çabasındaki ısrar; sadece Sanem’in söz konusu suçun faili olmayı dahi kendine
yabancılaşmamak, dilediğince var olmaya çabalamak adına kabul ettiğini
görememesinden değildir. Gökhan bu dayatmayla yani iktidarın sesi/eli olarak
Sanem’i saptığı yanlış yoldan çevirmeye ve normal
bir hayat kurgulamaya çalışan fedakar erkek kahramandan fazlasıdır çünkü bu
yolla kendini ve iktidarı(nı) yeniden var etmeyi de amaçlamaktadır. Sanem’in bu
kurtuluş çağrısına ve gerisinde duran normlara hapsolmaya boyun eğmeyerek
Gökhan’ı terk etmesi; Hayat ve Aygül’ün
annesi arasında geçen,
“-Yaşadığınız
hayat, hayat değil kızım
-
Benim adım Hayat, bu bana yeter!”
diyaloğunun iradi bir
karar olarak yeniden dile getirilmesidir.
Sanem’in Gökhan’ın
sunduğu eşiğe doğru adımlamaması; bireyin
var olmak istediği şekilde yaşaması, dayatılanı reddederek sistem inşasını
yerle bir etmesi ve bu uğurda bedel ödemekten/ödetilmesinden çekinmemesi olarak
okunabilir. Sanem kendisinin söz sahibi olmadığı geleceği hiçe sayarak, ideolojik
olarak kurgulanmış gerçekliği yok etmeyi
seçer. Gökhan’ı bırakıp kendi özgürlüğüne yürüyen Sanem’in ardından beliren
kent siluetinin geniş açıyla görülmesinin, filmin başındaki yakın plan sokak
çekimlerine gönderme içerdiğini düşünmek de mümkündür. Sanem, hem doğrudan
Gökhan’da dile gelen düzen çağrısını, hem de o düzenden oyunbozanların hayatına sızan dayatmaları geride bırakarak
yürümektedir; kendi bedeni, kendi tercihi ve reddedişiyle.
Anlatı boyunca polis
tarafından uygulanan sistematik şiddet de, Hayat’ın sevgilisinde cisimleşen
şiddet de eril iktidarın en büyük düşmanlarından biri olan homofobi ile
birlikte yürür hatta onunla temellenir. Trans seks işçileriyle birlikte olmak
bu gerçek erkek temsilleri için
sürekli yinelendiği biçimde tiksinti verici bir aşağılama/aşağılanma nedenidir. Translarla ilişki kuran gerçek bir
erkek değil, aşağılanması gereken bir hedeftir. Hedef olmamanın yani ibneliği reddetmenin yolu da gerçek ibneyi yok etmeye çalışmaktan geçer;
heteroseksüel düzenin yüce erkeği, kendisine yöneltilen oku karşısındaki
transa/heteroseksüele saplamalıdır ki, kendi kimliğini yeniden üretebilsin.
Sonuç
Teslimiyet filmi,
cinsiyetin biyolojik belirlenim savlarının ve heteronormatif dayatmaların
aksine değişime/çeşitliliğe açık olduğu, toplumsal cinsiyet sınırlarının
reddedilerek bedenin özgürleştirilebileceği, parçası olunmak istenmeyen düzenin
ötekinin hayatına sızışı ve
belirleyen bir güç olmayı sürdürmesi üzerine ezber bozan söylemlere sahiptir.
Trans kadınları tercihlerinin bedelini ödeyen suçlu, pişman bireyler değil
normatif çağrılara sırt çeviren direngen bireyler olarak temsil ederek de alana
dair değerli olabilecek bir katkı sunmuştur. Trans bireylerin tıpkı
heteroseksüel dünyanın normal
bireyleri gibi biriciklikleri üzerinden anlatarak, transseksüel ya da
homoseksüel temsilinin özgürleşememiş birer kopya olduğu anlatıların söylemini
tekrara düşmemiştir.
Kaynaklar:
Scott, W.J. (2007). Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi. İstanbul: Agora Kitaplığı
Segal, L. (1992). Ağır
Çekim Değişen Erkeklikler Değişen Erkekler. İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Wittig, M. (2013). Straight
Düşünce. İstanbul: Sel Yayıncılık
Connell, W.R. (1998). Toplumsal Cinsiyet ve İktidar.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Koyama, E. (2013) “Transfeminist Manifesto” Queer Tahayyül içinde (ss. 363-372), (Hazırlayanlar: Sibel Yardımcı ve Özlem Güçlü), İstanbul: Sel
Yayıncılık
Ertan, C. (2011). “Medyada Eşcinselliğe ve
Eşcinsellere İlişkin Söylem (ler)”
Medyada Hegemonik Erkek(lik) ve Temsil içinde (ss. 95-123) , (Hazırlayan:
İlker Erdoğan), İstanbul: Kalkedon Yayınları
*Mersin Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kadın
Araştırmaları Yüksek Lisans Öğrencisi
**Hayat ve Mavi karakterleri, cinsiyetin toplumsal
inşası ve bedenin kurgusundaki sınırsızlık savları, reddedilen normların
hayatlarında bulduğu tezahür üzerinden diğer karakterlerden yoğun
incelenmiştir.