31 Aralık 2014 Çarşamba

RAGİNG BULL FİLMİNİN TOPLUMSAL CİNSİYET BAĞLAMINDA ÇÖZÜMLENMESİ

GİRİŞ
İlk kez yayınlandığı 1980 yılında oldukça olumlu tepkiler alan “Raging Bull” gün geçtikçe ününü arttırmış ve 1989 yılında pek çok eleştirmen tarafından hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de İngiltere’de son on yılın en iyi filmi olarak kabul edilmiştir (Cormack, 1992: 78). Kuşkusuz filmin bu başarısının altında, birçok sebebin yanı sıra, Hollywood Sinemasının tecimsel kaygılarla sıkça başvurduğu şiddet öğesinin sıra dışı bir sunumu saklıdır. Hollywood, şiddeti seyirlik bir haz nesnesi olarak kutsamış ve kahramanın problem çözme mekanizmasının –çatışmanın çözülmesi- şiddetle örüntülendiği estetik bir tüketimi körüklemiştir. Benzer biçimde Scorsese’de şiddeti filmin merkezine yerleştirir ancak o, Jake La Motta’nın kendisine yönelen her türden tehdidi ustalıkla bertaraf etmek ve filmin sonunda şiddetin var ettiği kahramanlığın katharsisiyle bizleri hoşnut etmek için çabalamaz. Aksine Şiddetin yıkıcılığının Jake La Motta’nın yaşam öyküsü üzerinden seyirciye aktarıldığı bir izleği zihnimize aksettirir.
Brodwell ve Thompson Film Sanatı adlı kitaplarında, Raging Bull; şiddeti içgüdüsel ve rahatsız edici hale getirmek için sinemasal gerçekliğin geleneklerini kullanır. Bu nedenle film kimi yönlerden kendi döneminin diğer birçok filminden daha az vahşi olsa bile –örneğin tek bir ölüm bile yoktur- tahammül edilmesi zor olan birkaç sekansı içerir. Yalnızca acımasız boks maçları değil. Ama aynı zamanda gündelik yaşamdaki eşit derecede sert kavgalar da şiddeti öne çıkarır, diyerek şiddetin film içindeki merkezi konumunu ve yıkıcı temsilini vurgulamışlardır (Brodwell & Thompson, 2012: 439).
Söz konusu düşünceler ışığında bir kez daha diyebiliriz ki, Scorsese şiddeti filmin odağına taşırken idealize edilmiş karakterin her türden çatışmayı, çelişkiyi istendik yönde çözüme kavuşturduğu ve bu yolla şiddeti doğallaştırıp, olumladığı bir tavır sergilemez. Şiddet ana karakter Jake La Motta’nın edimlerindeki kusursuzluğu değil sahip olduğu her şeyi kaybetmesine neden olan yıkıcı bir unsuru betimler.
Böylelikle Raging Bull filmini toplumsal cinsiyet çerçevesinde irdelemek, filmin ön plana çıkan ve erkek kategorisiyle sıkı sıkıya ilişkili olduğu düşünülen; bu açıdan bizlere ataerke dair pek çok şey söyleyebilecek, “şiddete” yönelik bir değerlendirmesini de gerekli kılmaktadır, diyebiliriz. Filmde Jack La Motta’nın icra ettiği meslek yani spor –boks- ve ataerk ilişkisi de değerlendirmeye dâhil edilmesi gereken bir unsur olarak belirir. Filmde La Motta’yı şiddete yönelten temel motivasyona dair kesin bir argüman bulamayız. Ancak Motta’nın mesleği, hayatını şiddetten geçerek kazandığı, bu yolla şöhreti elde ettiği ve önemli zaferler neticesinde onurlandırıldığı bir icranın bilincine oradan da sıradan günlük edimlerine ve profesyonel olmayan ilişkilerine yansıdığı savını güçlendirmektedir. Motta şiddeti onu başarıya taşıyan yegâne unsur olarak kodlar ve bu tavrı günlük yaşamdaki sıradan insan ilişkilerine de yansır. Zaman ve enerjisinin önemli bir bölümünü tüketen, yaşamının büyük bir kısmını işgal eden boks kuşkusuz kişisel-toplumsal pratiği çerçevesinde Motta’nın bilincine de nüfuz edecektir. Bordwell ve Thompson’da bu hususta benzer bir görüşü dile getirmişleridir: Raging Bull Jake’in icra ettiği mesleği yaşamına yayılan şiddetin bir simgesi olarak kullanır. Gerçekten de o kavga etmeden, tehditler ve küfürler savurmadan insanlarla ilişki kuramaz görünür. İki evliliği de, özellikle ikinci eşi Vickie ile evliliği ev içi çatışmalar, küfürler, tehditler kısacası şiddetin her haliyle doludur. Her ne kadar onun en yakın ilişkisi başlangıçta onun kariyerini yöneten kardeşi Joey gibi görünse de, Jake bir kıskançlık krizi sırasında onu döver. Dahası Jake’in öfkesi başkalarını incitirken, aynı zamanda kendisine de zarar verir, sevdiği insanları kendisinden uzaklaştırır ve meslek yaşamını şişman, ünlü oyunlar ve filmlerden konuşmaları ezberden söyleyen acınası bir stand-up komedyeni olarak sürdürür (Brodwell & Thompson, 2012: 439). Anlaşılacağı üzere Motta’nın mesleği gibi kişiliği de şiddetle örülüdür ve bu iki öğe diyalektik bir bağla birbiriyle ilişkilenir. Ancak şiddet, spor ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkilere ve bu öğelerin filme yansımalarına değinmeden evvel, kısaca, Motta’nın yaşam öyküsünün filme yansıyan (1940-1965) yıllarında toplumun kadın erkek ilişkilerine nasıl baktığı, kadın erkek kategorilerinin nasıl kutupsallaştırdığı hususunda tarihsel bir perspektife başvurmak daha bütünlüklü bir anlayışı mümkün kılacaktır. Daha önce de bahsettiğimiz gibi,  filmde Motta’yı şiddete sevk eden temel motivasyonlara dair güçlü ipuçları elde edemeyiz. Onun ikinci eşi Vickie’yi babasının evine getirdiği sahnede ev içi aksesuarların yoğunluklu olarak dini ikonalardan oluşuyor olması bizleri, Motta’nın geleneksel, dindar bir İtalyan ailesinde yetişmiş olduğu ve bu nedenle onun semavi dinlerin kişiyi erkek egemen normlarla dolduran sosyalizasyon sürecinden etkilenmiş olabileceği, düşüncesine gark eder. Filmde bu iddiayı destekleyecek başka kanıtlar bulamayız. Bu nedenden ötürü, her bir bireyin içinde yaşadığı dönemin egemen değerleriyle diyalektik bir alışveriş içerisinde olduğu düşüncesinden hareketle, Motta’nın yaşamının geçtiği ve filme konu olan ilk kırk yılın tarihselliğine başvurarak dayanaklarımızı kuvvetlendirmeye çalışacağız.
Yüzyılın İlk Yarısında Toplumsal Cinsiyet
Dişil-eril ikiliğini var eden dikotomik kurgu erkek kategorisi içerisinde yer alan bir takım avantajsız grupları, ataerkil iktidardan pay almayı reddeden ve kadınsı olduğu iddia edilen nitelikleri benimseyerek ikincilleşen konumları açısından gey ve transseksüel bireyleri, değersizleştirmekte ayrıca erkek egemen iktidara ortak olma hususunda bir tehdit unsuru olarak beliren lezbiyenleri, ve elbette biseksüelleri de, erkek kimliğini var eden öteki olarak sabitlemektedir. Keza kimlik her zaman “ötekini” talep eder, kendini ötekinin karşıtı olarak tanımlar. Bu düşünceden hareketle diyebiliriz ki, filmin geçtiği dönemin koşulları ifade edilirken erkek kategorisinin önemli bir belirleyeni, üstün niteliklerinin “değersiz karşıtı” olarak LGBT bireylerinin tarihsel durumuna da değinmek zorunlu bir uğrak noktasıdır. Aynı hususta Segal de güçlü benzerlikler taşıyan ifadeler sarf etmiştir:
Başkalarının da fark ettiği gibi kültürümüzde kadın düşmanlığı ve homofobi arasında daima yakın bir bağ olmuştu. Eşcinsellere yapılan zulüm genelde erkeklerin başka erkelerden oluşan bir azınlığa karşı bir hareketi olmakla birlikte, bütün erkeklerin içindeki “kadınsılığın” zorla bastırılmasının da bir sonucudur. Bu, erkekleri kadınlardan uzak ve kadınları erkeklerden aşağı bir konumda tutmanın bir yoludur. Örneğin Craig Owen “homofobi cinsel azınlığa baskı uygulama politikası değildir öncelikle; daha çok bütün erkek ilişkileri tayfını düzenleyen güçlü bir araçtır” demiştir (Segal, 1992: 42).
 Benzer bir görüşü yani erkek kategorisinin ötekisi olarak karşımıza çıkan LGBT’lerin dikotomik işlevselliğini, doğrudan olmasa da, Bourdieu da dile getirmektedir:
Bourdieu’ya göre insan bedeni toplumsal alanların içinden geçerken cinsel anlamlar olarak inşa edilir; diğer deyişle insan bedenindeki cinsel anlamlar sembolik olarak inşa olunur. Örneğin bedenin önü cinsel farklar alanıdır; arkası ise farksızlık alanıdır ve aynı zamanda potansiyel olarak dişilik, pasiflik, itaatkârlık ve eşcinsellik simgesidir (Bourdieu’dan akt. Sancar, 2013: 191).
Burada bedenin toplumsal cinsiyeti inşa eden sembolik araçsallığının yanında erkeğin karşıtı olarak kurulan dişi ile eşcinselin aynı kategoride sınıflandırıldığı hususu dikkatleri çekmektedir. Kuşkusuz söz konusu sembolik inşalar eşitsiz ilişkilerin ve eril tahakkümün doğallaştırılması, meşrulaştırılması amacına hizmet etmektedir ve biyolojik determinizmin mistifikasyonuyla bilincimize ikame edilmeye çalışılmaktadır. Bourdieu aynı konu üzerinde devam etmektedir:      
Bedenin anlam diyagramında aktif erillik ve pasif dişilik arasındaki ayrım tutkuyu belirler – sahiplenme, tahakküm, erotize edilmiş itaat, vs. bunun gösterenleridir. “Girme” (Penetration) bir erkek söz konusu olduğunda egemen libidonun göstergesi olur; erillikten hiç ayrılmaz, karşıtını da dişileştirir. Erkeğin cinsel sakatlanması kadınlaşması anlamına gelir; eşcinsellikte bundan beslenir (Bourdieu’dan akt. Sancar, 2013: 191-192).
Bu düşüncelerden hareketle ikili karşıtlıklara dayanan kabullerin bir yanda erkekleri diğer yanda kadınlar ve LGBT’leri konumlandırdığını iddia edebiliriz. O halde eril tahakküm, iktidarını erkek olan ve olmayan şeklinde düzenlemekte ve bu yolla kendi kimliğini var eden bir olgu olarak karşıtını ve heteronormatif değerler sistemini kurmaktadır ki, filmde Motta’nın bir rakibini dişileştirmek yoluyla aşağıladığına da tanık olacağız. Bu bağlamda Sherry Wolf’un 20. Yüzyılın başında gey ve lezbiyenlerin durumunu özetlediği ifadelere başvurmak konuya daha geniş ve bütünleyici bir bakışı dâhil edecektir:
20. yüzyıl başı boyunca çoğu gey ve lezbiyen için hayat kendine duyulan nefret ve umumi kınama ile doluydu. İşlerini kaybetme ya da toplumsal paryaya dönüşme riskini alma korkusundan, çok azının açılma lüksü vardı. Her yere nüfuz eden yasal ve dini düşmanlıkla toplumsal kısıtlamalar, birçok kişiyi doktorların “tedavi”sinin peşine koşmaya ya da alkol ve uyuşturucular yoluyla duygusal baskı ve içselleştirilmiş öz nefretten kurtulmaya itti. Amerika Birleşik Devletlerdeki gey hayatı, yirmilerin sonuna doğru, daha sonra kendini 20. Yüzyılda tekrarlayacak bir örüntüde, yetkililer ve onların ideolojisi işçi ve fakirin cinsel hayatları üzerinde yeniden kontrol hakkı elde ederken, kamusal alandan dışarı atıldı. Chauncey’in iddia ettiği üzere, “devlet 1930’larda bir dolap inşa etti ve geyleri onun içine saklanmaya zorladı” (Wolf, 2012: 49-50).              
            Söz konusu yıllar Motta’nın hayatının geçtiği ilk dönemlerdir ve bu açıdan onun bilincine işlemiş olması ihtimali yüksektir. Motta ilk eşi ile kavga ettikten hemen sonra kendisine yumruk atmasını istediği kardeşi Joey’nin buna direnmesi karşısında, “Erkek değil misin? İbne gibi davranma” şeklinde “tahrik edici” cümleler sarf etmiştir. Bu noktada Sherry Wolf’un söz konusu ifadeleri bizlere Motta’nın temel motivasyonu hakkında güçlü dayanaklar sağlayabilir. Toplumun geylere yaklaşımı, kurumsal ve resmi baskı ile Mottanın söylemleri arasında kaçınılmaz bir etkileşimlilik söz konusudur. Motta’nın ifadeleri toplumun vuku bulduğu ideolojik bir anın edimleridir.
Wolf kitabının ilerleyen sayfalarında İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı özgün şartların gey bireylere görece bir özgürlük ortamı sağladığından bahseder. Ancak insan emeğine oldukça yoğun bir ihtiyacın açığa çıktığı İkinci Dünya Savaşı’nın olağan üstü koşullarında bu hoşgörü aslında zoraki bir tahammülün yansımasıdır. Keza 1941 yılında Ordu Baş Cerrahı’nın dairesi “ordudan atılması gereken sapkınlıklar listesine” “eşcinsel temayülleri” eklemiştir. Bu gel gitler kurumsallaşmış ataerkin önemli timsallerinden biri olan ordunun özü ile ihtiyaçlarının yarattığı bir çelişkidir ki, Savaşının sona ermesi ile beraber yeni bir baskı dönemi gündeme gelir. “İkinci Dünya Savaşından sonra geylere karşı tacizi ve yasal ayrımcılığı arttıran güçlü ekonomik ve toplumsal teşvikler vardı. Dünyadaki tüm imal edilmiş malların yüzde altmışını üreten ABD endüstrisi ile birlikte, iş gücü ve ordu personeli için daha yüksek doğum oranına ihtiyaç, çekirdek ailenin yeni seviyelerde idealleştirilmesini arttırdı” (Wolf, 2012: 57). İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Sherry Wolf’un bahsettiği, çekirdek aileye artan vurgunun -yükselişe geçen ekonomik refah ile- ABD ve İngiltere arasında benzer bir doğrultuda seyretmesi de dikkat çekicidir ve erkek egemen düzenin temelinde yatan bir takım maddi pratiklere vurgu yapar. Maddi koşulların toplumsal cinsiyet pratikleriyle ilişkilendiği bir diyalektiğin İngiltere sürümü de Segal tarafından dile getirilmiştir:
Ellili yılların başında ekonomik büyüme ve Keynesçi talep politikası sayesinde tam istihdam sağlanmış, işçi sınıfının yaşam standartları belirli oranda yükseltilmişti. Sık sık artık başka bir değişimin gereksiz olduğu söyleniyordu. Bu partiler arası uzlaşımın merkezinde yeni bir sınıfsızlık miti olduğu kadar, bir cinsel eşitlik miti de vardı… Çocuk yardımı, aile planlaması ve anneyle çocuğa yönelik diğer yardımlar, savaş sonrası ailesinin daha önce sık sık maruz kaldığı yoksulluk ve hastalık dertlerinin etkisini azaltmıştı. Pek çok kadın savaştan sonra artan doğum oranları ve çalışan kadınlara karşı artan düşmanca tutumlar yüzünden eve dönmüş olabilirler, ancak erkekler de evlerine dönmüşlerdi. Eş ve anne olarak kadınlara birçok yeni talep yöneltilmişti, (Segal, 1992: 26).       
Aynı şekilde ABD’de de “Kadınlar, savaş sırasında çalıştıkları endüstriyel işlerden atıldı. Beyaz kadınlara evlerine geri dönmeleri ve bebekler yapmaları söylendi”. “Wolf bu süreçle koşut olarak televizyonun savaş sonrası dönemde “yeni yeni Father Knows Best, Leave It to Beaver, ve The Adventures of Ozzie and Harriet gibi dizilerin banliyö aile babası ve hırslı tüketici yaratmaya yardım etmek için” kullanıldığından bahsetmektedir (Wolf, 2012: 58). Segal de Hollywood’un yeni yıldızlarının aile babası figürünü ön plana çıkaran niteliğini vurgular: “yeni erkek yıldızlar –sert ama müşfik Rock Hudson, ince ve duyarlı Montgomery Cliff, aklı karışık ve içe kapanık James Dean- ellilerdeki filmlerde daha çok nevrotik ve ya çılgın kişiler olarak canlandırılan Humphrey Bogard, James Cagney ve ya Gary Cooper’dan farklı türdendiler”. Yeni filmler genelde aileyi iş hayatından önde tutuyordu. Segal ellili yılların Hollywood’u ailesine bağlı baba figürünü ön plana çıkarsa da erkeğin aile içerisindeki yerinin kesinlikle sınırlı kaldığını söyler (Segal, 1992: 28-29). Düşüncelerini Sosyolojik ve psikolojik bir külliyatı yirmi yıl sonra yeniden değerlendiren Elizabeth Wilson’un ifadeleriyle destekler:
Bu literatürü incelemek, her şeyden önce ideolojinin, hem okuyucuların hem yazarların bilincinden bazı tartışma konularını tamamen dışlayarak nasıl işlediğini incelemektedir… Cinsel işbölümü doğal bir şey olarak kabul dildiği için, bu eserlerde hiç yer almıyordu… Bu çatışmaya (Kadınlar ve erkeler arasındaki) karşı yine sessiz kalınmıştı, çünkü bu kitaplar bir miti –bir mutluluk mitini- anlatıyordu (Wilson’dan akt. Segal, 1992: 28).
Connel’da cinsel iş bölümüne yönelik benzer bir görüşü dile getirir.” Ona göre, çağdaş şehir ailesinin/evinin, belirli iş tiplerini ev içi, ücretsiz ve genellikle kadınlara ait; öbür işleri de kamusal, ücretli ve genellikle erkeklere ait olarak tanımlayan bir iş bölümü tarafından kurulduğu da eşit ölçüde bildik bir şeydir” (Connel, 1998: 169). Richard Hoggart işçi-sınıfı hayatına ilişkin incelemesinde kadın ve erkek rolleri arasındaki keskin ayrımın, erkeklerin kadınlara ev işlerinde çok az yardımcı olmasının kaynağında yatan toplumsal örüntülerin etkileyici bir tasvirini sunar. “Bir kocanın ev işine yardım etmesi gerçekten beklenmez; “kadınlar, “Ah, bu erkek işi değil” diyor ve kadınsı olduklarının düşünüleceği korkusuyla kocalarının bu tür şeyleri pek fazla yapmalarını istemiyorlardı” (Hoggart’tan akt. Segal, 1992: 29). Evlerin çoğunda tarihlerinin büyük bir kısmında çocuk vardır ve bu da iş bölümünü iki yoldan etkiler. Çocuk yetiştirmenin kendisi ağır bir iş yükü yaratır ve cinsiyete dayalı iş bölümünde önemli bir rol oynar. Kapitalist ülkeler çocuk bakımını büyük ölçüde annenin sorumluluk alanına dâhil eder ve söz konusu emek evde ücretsiz olarak sağlanır. Bu nedenlerden ötürü çocuk bakımı ev içi iş bölümünde belli bir öneme sahiptir (Connel, 1998: 169).  Örneğin Segal 1958 yılında yayınlanmış The Man’s Book (Erkeğin kitabı) adlı ilginç bir el kitabının içerisinde yer alan “evdeki erkek” bölümünde ev içi faaliyetlerin eril sınırlarını çizen unsurları göz önüne serer:
“çekiçler, testereler, rendeler, kerpetenler, matkaplar, makaslar, çiviler, vidalar ve yapıştırıcılar resimlerle açıklanır. Kitap çocuklara, ev işine veya geleneksel olarak “kadın işi” kabul edilen herhangi bir faaliyete ilişkin tek bir kelime içermez”… Gerek işçi-sınıfı, gerek orta-sınıf ailelerinde erkeklerin çocuk bakımına ve ya ev işlerine katılmalarına dair hiçbir beklentinin olmamasını açıklamak güç değildir. Denise Riley’in ileri sürdüğü gibi, kadınları yalnız ve yalnız anne olarak belirleyip dondurmak ellili yıllarının anlayışında merkezi yeri tutuyordu (Segal, 1998: 28-34). 
Filmde dikkat çekici bir biçimde Motta’nın çocuklarıyla hiçbir surette ilgilenmediği, onlara sevgi ya da şefkat duyduğuna dair hiçbir duygu belirtisini ifade etmediğini gözlemliyoruz. Motta çocuğunu kucağında tutsa bile üzerindeki atletle çocuk arasında niteliksel açıdan hiçbir fark yok gibidir. Burada Motta’nın erkekliğinin “kadınsı” olduğu düşünülen çocuk bakımı, sevgi, şefkat kısacası annelikle ilgili her türden psikolojik ve davranışsal durumu reddettiği ve bu yolla erkekliğini, kimliğini inşa ettiğini görüyoruz. Filmde mutfakta geçen iki sahne vardır. Her iki sahnede de Motta’ya –ilkinde ilk eşi ikincisinde ikinci eşi tarafından- hizmet edilmekte, yemek ve kahve hazırlanmaktadır. Ancak Motta sabırsızlığından dolayı her iki sahnede de kavga çıkarır. Burada Motta’nın bir kadının erkeğe hizmet etmek zorunda olduğu ve bu hizmet erkeğin istediği şekilde yerine getirilmezse kavga çıkarmasının, şiddete başvurmasının meşru olduğu düşüncesine sahip olduğunu anlıyoruz. Böylelikle Otuzlu ve Ellili yıllar arasında erkek egemen anlayışın çok genel hatlarıyla özetlendiği söz konusu tarihsel perspektifin film içinde tezahürünü de, konuyu bölmek pahasına, somutlayabiliyoruz.
Pekiyi, savaş sonrası dönemde gey bireylerin görece özgürlüğünün ihlal edilmesi ve bir cinsel restorasyon sürecine girilmesinin sebepleri ne olabilir? Kuşkusuz savaş sonrası dönemin en dikkat çeken unsuru olarak “Soğuk Savaş”… Soğuk savaş, en sade tanımıyla, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin varlığında simgelenen, kapitalizm ve komünizm çatışmasının ayrımladığı iki kutuplu bir dünyayı ifade eder. Dünya siyasetinin başat karakteristiğini var eden Soğuk Savaş sahneye çıktıktan hemen sonra ideolojik bir doğallaştırma ve meşrulaştırma nesnesi olan cinsel pratikleri ve söylemleri de siyasetin sıkça başvurduğu bir unsur olarak araçsallaştıracaktır. Foucault, “cinselliğin büyük bir araçsallığa sahip olduğunu, çeşitli gerçeklikleri inşa etmeye ve değişik stratejileri desteklemeye yarayabileceğini” söyleyerek benzer bir görüşü dile getirmiştir (Foucoult’dan akt. Schıck, 2001: 49). Bloklar arası rekabetin –askeri, teknolojik, ekonomik, kültürel, ideolojik vs.- militarizmin ve milliyetçiliğin had safhaya ulaştığı bu dönem cinsel politikanın yakından ilişkili olduğu söz konusu kavramların eril karakterini dolayısıyla kadınları ve LGBT’leri ötekileştiren pratikleri de vurgular. Sherry Wolf, “çekirdek aileye vurgunun artması, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki politik tepki döneminin olmazsa olmazıydı”, demektedir. “Sovyetler Birliği ile Soğuk Savaş’ın başlaması Senatör Joseph MCCarthy’nin önderliğinde yurt içinde komünizm karşıtı bir cadı avı başlattı. Geyler, McCarthyciliğin çok sayıda hedefinden bir tanesiydi” (Wolf, 2012: 58). Segal de, Aynı biçimde, Alman Freikorps edebiyatının kadınlar ve komünizm arasında bir ilişki kurduğunu dile getirmiştir:
Freikorps edebiyatı sel ve akıntı imgeleriyle –gerek kan seli, gerek kadınların ve kitlelerin sel gibi akışı doludur ve bu imgelerin komünist kaostan –Almanya İmparatorluğunu çökerttiği ve yıktığı düşünülen “Bolşevik Dalgası’ndan- duyulan korkuyla bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Bolşevik seli ile kadınlar arasında da bağlantı kurulur, çünkü duyguyu, cinselliği, kaosu dişilik simgeler. Bu nedenle, hastalık bulaştırıcı olduğu düşünülen (ve sürekli olarak “slime” (çamur), “dirt” (pislik), “pulp” (süprüntü), “the mire” (çirkef), “the morass (balçık) gibi sıfatlarla anılan) kadın vücuduna ilişkin yoğun saplantılar ve korkular komünizm tehdidiyle bağlantılıdır (Segal 1998: 154).    
Ancak sarkacın diğer ucunda, komünist dünyada da kadınlara ve geylere benzer türden bir yaklaşım vardır. “Stalin, Sovyetler Birliği’nde başa geçtikten sonra, 1930’ların başında, 1917 Devrimi’nin, içinde gey cinselliğini suç olmaktan çıkaran devrim yasalarının da bulunduğu, bütün kazanımlarını tersine çevirdi” (Wolf, 2012: 59). Stalin eşcinselliği burjuva sapkınlığı olarak tanımlıyordu. Soğuk savaşın özgün koşulları endüstride istihdam edilecek yoğun işgücü ihtiyacını ortaya çıkarmış, militarizmi ve milliyetçiliği körükleyen bir sosyal-siyasi atmosfer yaratmıştır. Milliyetçiliğin ve militarizmin ataerkil sistemle olan güçlü bağları kadınların ikincilleştirilmelerini beraberinde getirmekte ayrıca “düşman” uluslarla mücadele edebilecekleri güçlü bir ekonomik ve endüstriyel kalkınma için düşük ücretli işgücünü –çalışan ve yedekte bekleyen işgücü- zorunlu kılmaktaydı. Böylelikle endüstrinin ihtiyaç duyduğu işçi ihtiyacı için heteroseksüel aile modeli bir kez daha yüceltilmeye ve dayatılmaya başlanmış, Sovyet Rusya özelinde kürtaj yasaklanmış ve kadın doğurduğu çocuk sayısına bağlı olarak onurlandırıldığı bir makinaya indirgenmiştir. “1930’larda Stalin yönetimindeki yeni politik iklimde Sovyet sosyal politikaları “zorunlu annelik, zorunlu aileler ve zorunlu heteroseksüelliği” teşvik etmiştir” (Wolf, 2012: 90). Stalin’in 1953 yılına kadar Sovyetler Birliğinin liderliğini yaptığı göz önünde bulundurulursa söz konusu bakış açısının Sovyet siyasetinin derinlerine nüfuz etmiş olabileceği ihtimali kuvvetlenir.
Filmin, toplumsal cinsiyet rejimi çerçevesinde, tarihselliğine yapılan bu çok genel vurgu değerlendirmelerimize temel teşkil eden bir unsur olarak Raging Bull’a yaklaşımımızı belirleyecektir. Keza karakterlerin edimlerinde, yaşam pratiklerinin düzenlenişinde ve filmin bize aktardıklarının özünde her zaman söz konusu tarihselliğin izleri mevcut olacaktır. Ancak söz konusu tarihsellik filmin çekildiği döneme değil yaşam öyküsünün anlatıldığı döneme dairdir. Gerçekten de yukarıda bahsedilenlere dair pek çok şeyi filmde görebiliyoruz. Sorsese’nin filmde gerçekliği kurabilmek amacıyla başvurduğu birçok sinemasal tekniğin –boks müsabakaları esnasında kullanılan aktüel çekimler, müsabakaların şiddetini ve gerçekçiliğini vurgulayan yakın çekimler bunun dışında filmde renkli görüntünün ilk ve son kez belirdiği amatör çekim izlenimi veren Motta’nın günlük yaşamından kareler, filmin nostaljik hissiyatını oluşturan siyah-beyaz kurgusu, bazı dövüş sahnelerinin müsabakaların geçtiği yılların yayıncılığının imgeleriyle verilmesi ve gerçekçi oyunculuk, filmde Robert De Niro dışındakiler oyuncu olmayan ya da az tanınan oyunculardan seçilmiştir ayrıca Motta’da De Niro’da İtalyan’dır- yanı sıra güçlü bir bağlam yaratması için tarihsellikten de faydalandığını gözlemliyoruz. Film de bunun –tarihsellik-  pek çok somut örneğiyle karşılaşıyoruz.    
Raging Bull 
Filmin uzun açılış sekansında Jack ringde tek başına ısınmaktadır. Klasik müzik eşliğinde ağır çekim, Jack La Motta’nın dans ettiği izlenimini veren şiirsel bir atmosfer yaratır. Söz konusu atmosfer sisler içinde salınan Motta’yı mitik bir karakter gibi betimler. Fotoğraf makinalarının patlayan flaşları arasında Motta ringin yegâne hâkimi gibi durmaktadır. Hemen ardından 1964 yılına atlarız. Yüzü, vücudu deforme olmuş yaşlı Motta, adeta, iki sekans arasında bedensel bir karşıtlık yaratır. Filmin geri kalanı, iki sekans arasında kalan süreci doldurmaktadır ve Jack La Motta’nın geldiği son noktanın bilinciyle filmi izlememize olanak verir. Bu da bize Motta’nın her ediminde kendini nihai yıkıma bir adım daha yaklaştırdığı bir izleğin ilk ipuçlarını sunar.
Jake La Motta, Jimmy Reeves karşılaşmasının raunt arasında iki erkek seyircinin birbiriyle kavga etmeye başladığını görürüz. Burada şiddetin seyirlik bir tüketim nesnesi olarak seyircinin bilincine nüfuz ettiğini ve kutsallaştırılmış eril mekânın güdüleri açığa çıkaran bir katalizör gibi etki ettiğini görürüz. Keza söz konusu sahneyi filmden çıkardığımızda kurgunun ve anlam bütünlüğünün bozulmayacağından emin olmak çok zor değildir. Ancak yönetmenin filme dâhil ettiği her öğenin bilinçli bir tercihin ürünü olduğu ön kabulünden hareketle bu oldukça önemsiz ve filmin bütünü açısından görünüşte hiçbir şey ifade etmeyen sahnenin eril şiddetin inşa edildiği mekân teknolojilerinin –Schıck’in Foucault’tan esinlenerek keşfettiği kavram- tikel bir tezahürü olduğunu duyumsayabiliriz. Eril vurgusu henüz kavga sahnesi ekrana düşmeden evvel güçlü bir kadın çığlığının duyulmasında açığa çıkmaktadır. Kadını çığlık atmasına neden olacak kadar dehşete düşüren bu kavga onun söz konusu mekânda eğreti durduğunun bir ifadesidir. Boks maçı izlemeye gelen birinin muhtemelen söz konusu ortam için sıradan bir hal olan kavga karşısında dehşete düşmesi oldukça çelişik bir durumu açığa çıkarmaktadır. Ayrıca dehşete düşen kadının aksine kavga edenlerin yakınında bulunan her erkek bu durumdan derin bir keyif alıyor gibi durmakta ve bizleri kavgayı kızıştırmaya çalıştıkları düşüncesine sevk eden tavırlar sergilemektedirler. Kavga öncesinde Jake La Motta genel çekimden omuz çekime uzanan doğrusal bir kamera hareketiyle ekrana düşer, aynı şekilde Revees de –bel çekime kadar gelir.  Bu esnada, özellikle mekânı daha net görebildiğimiz genel çekimde, tek bir kadın seyirci bile ekrana düşmez. Ekrana düşen iki kadın seyirciyi de bu kavga vasıtasıyla görürüz. Tüm bu düzenlemeler zihnimizde erkek egemen örüntülere dair güçlü mesajlar aksettirir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Jake La Motta’nın maçı kaybettiğini duyup galeyana gelen seyirciler kavgaya tutuşacak ve bu esnada bir kadın seyirciyi acımasızca ezilecektir. Her iki kavga sahnesinde de adeta kadınların mekân içindeki eğreti konumları metaforize edilmekte ve onların erkek şiddetinin bir nesnesi olduğu duyumsatılmaktadır. Keza galeyana gelip kavgaya tutuşan seyircileri piyanonun başına geçip sakinleştirecek olan da bir kadındır. Kısacası söz konusu mekânda şiddete dair her şey erkeklerle ilişkilenir ve dehşete düşen, vahşice ezilen ve kavgayı durdurmaya hazırlanan kadınlar sınırın öte tarafına itilerek ayrımlara vurgu yapılır.
Toplumsal kategorilerin sınır çizgilerinden bir diğerini tayin eden şiddet erkeğin tekelinde iktidar tesis etme araçlarından bir diğerine dönüşür. Biyolojik determinizm, içgüdü gibi bir takım tarihötesi kavramlara atfedilen eril şiddetin, nihayetinde eşitsiz ilişkileri doğallaştırmanın bir aracı olduğu açıktır. Serpil Sancar, “eril şiddet, yaş, sınıf, cinsiyet ve etnisiteye dayalı hiyerarşilerle yapılandırılmış ve en güçlünün kazanacağı biçimde örgütlenmiş bir davranışlar bütünü olarak tanımlanabilir”, demektedir (Sancar, 2013: 215). Söz konusu davranışlar bütünü de çeşitli kurumlar –ordu, okul, medya, spor vs.- ve bu kurumlar vasıtasıyla deneyimlenen pratikler neticesinde toplumsal bilince ikame edilmektedir. Sancar ayrıca, “insanların kendini koruma becerisi içinde bir tür şiddet uygulamanın, bir biyolojik kapasite olarak her tür canlının ”yaşam refleksi” olduğunu söylemek mümkün. Bu kapasitenin erkeklerde hem kışkırtılıp düzenlenerek ve hem de disipline edilerek değişik iktidar pratiklerine dönüştüğü, kadınlarda ise bastırılıp dışlanarak “güçsüzleştirildiği” söylenebilir”, diyerek az önce değerlendirmiş olduğumuz Motta ve Reeves müsabakası sekansının metaforik manasını somutlar. Söz konusu metaforlar bir kadının kavga eden insanlar karşısında dehşete düşüp bir diğerinin acımasızca ezilmesi –boksörlerin kıyasıya mücadelesi bile bu derece vahşet içerikli değildir- ve son olarak piyanonun başında naif tavırlarıyla kavgayı bastıracak duygusal tınıları icra eden bir başkasının belirmesi şeklindedir. Erkeklerse yalnızca kavga ederler.
Filmde toplumsal cinsiyet mefhumunun bir diğer önemli öğesi olarak spor dikkatleri çekmektedir. Spor rekabet tutkusu, dayanıklılık, zihinsel-bedensel disiplin gerektiren ve üst seviyede fiziksel şartların, kas gücünün gerekli olduğu yani erkeklikle ilişkilendirilen her türden yapıntının tezahür ettiği bir kurumdur. “Özellikle yarışma sporları, erkeklik ve kadınlıkla ilgili çok kuvvetli mesajlar taşımakta ve spor, geleneksel olarak erkeksi cinsiyet rolü özellikleri gerektiren bir erkek etkinliği olarak görülüp, üstün sportif performans erkeklikle eşdeğer kabul edilmektedir” (Theberge’den akt. Koca, 2006: 4-5). Spor söz konusu karşıtlıklar temelinde iktidar ilişkilerinin tezahür ettiği ve ataerkin meşrulaştırıldığı bir araçsallığı biyolojik determinizme dayanarak var etmektedir. Biyolojik determinizm şeylerin düzenlenişinin zorunlu bir yasası olarak tarihdışı; zamanötesi, toplumötesi, coğrafyaötesi bir metafiziği kurar. Ancak Wittig’in de ifade ettiği gibi, “cinsiyet kategorisi toplumdan önce, a priori olarak yoktur” (Wittig, 2013: 39). O halde spor bu noktada eşitsizliğin rasyonelize edildiği bir vasıta işlevi görür: Kadınlarda bulunmayan doğal yetilerden ötürü erkekler spora daha yatkındır. Bu nedenden dolayı şiddeti tekelinde bulunduran –ki bunun kurumsal hali ordu, polis kuvvetleridir- ve kamusal mekânı düzenleyen bir erkek iktidarı vardır. Yani her şey kontrolümüz dışında gelişen doğal süreçlerin bir dayatmasıdır ve kültürümüzün bunu değiştirebilecek hiçbir yetisi yoktur!  
 O halde söz konusu örüntüler Motta’nın yaşamına nasıl sızmaktadır? Daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi, Motta’nın icra ettiği meslek bilincine derin bir şekilde yansımış gibi gözükmektedir.  Hayatını şiddet vasıtasıyla idame ettirmesinin yanı sıra sorunlarını da şiddet vasıtasıyla çözmek istemektedir. Çünkü şiddet onu başarıya taşıyan sürekli deneyimlediği, bildiği yegâne yoldur. Kuvvetle muhtemel antreman pratiği neticesinde edindiği Gücü, korkusuzluğu, hırsı ve tutkulu rekabetçiliği sayesinde hayatını idame ettiren, başarıyı ve şöhreti yakalayan Motta tüm bu yetilerin özünde saklı şiddetin araçsallığıyla da ev içinde iktidar tesis etmektedir. Reeves ile olan maçını kaybettikten sonraki sekansta Motta eti çok fazla pişirdiği için eşiyle kavga etmiştir. Kavga esnasında-ve yemeğini getirmesini istediği kavga öncesinde- en dikkat çekici olan ise Motta’nın emir kipleri ve küçümseyici ifadeleriyle eşini bir hizmetçi gibi görüyor olmasıdır. Joey’in gelmesiyle daha da şiddetlenen kavga sözel şiddetin fiziksel şiddete –eşini boynundan tutup yatak odasına doğru savurması- dönüştüğü bir hal almıştır. Bu noktada sözel/psikolojik şiddeti de açıklamak gerekmektedir: sözel şiddet, Aşağılayıcı sözler söyleme, zaaflarıyla alay etme, aşırı genellemeler yapma, suçlama, küfür etme, küçük düşürme, hakaret etme, bağırma, korkutma, kadının özgüvenini yitirmesine neden olma, tehdit etme vb. suretiyle gerçekleşmekte ve kadının baskı altına alınarak sindirilmesine neden olmaktadır (Açıkel, 2009). Görüldüğü gibi sözel/psikolojik şiddete dâhil olan her şey Motta ve eşinin kavgasında vuku bulmuştur.   
Daha önce de bahsetmiş olduğumuz gibi Motta’nın sorun çözme mekanizması şiddetle örüntülenmiştir. Bu açıdan çatışma yaşadığı her kim olursa olsun onu şiddetin nesnesi konumuna getirir, bu kendi bile olsa. Keza La Motta karısıyla kavga ettikten hemen sonra fiziksel şartların imkân verdiği oranda sözel yollu komşusuyla tartışmış oradan kendine ve sonrasında da kardeşine yönelerek çevresinde kavga edecek kimse bırakmayana kadar devam etmiştir. Söz konusu sahnede dikkat çeken bir husus Motta’nın fiziksel niteliklerinin yetersizliğinden dolayı,  mazoşist bir tavırla, şiddetini kendine yöneltmesidir. Bunun için kardeşi Joey’in kendisine yumruk atmasını ister ancak Joey bunu reddeder. Motta istediğini almak için önce psikolojik şiddeti dener: “İbne gibi davranma” (Joey’in şiddeti reddetmesi onu erkek kategorisinden doğrudan dışlamıştır. Buradan erkek kimliğinin şiddetle örüntülenen karakteristiğine tanık oluruz.). Ardından fiziksel şiddete başvurur ve kardeşini tokatlamaya başlar. Kardeşinden gelen yumruklarla fiziksel yetersizliğinden dolayı ağır sıklet şampiyonuyla, en iyiyle asla karşılaşamayacak olmasının bedelini kendi kendine ödetir ya da bastıramadığı güdülerinin –şiddet- kendine ve çevresindeki insanlara verdiği zararın fiziksel duyumuna varmak ister. Hemen ardından gelen sekansta Joey ve Motta ringde antreman yapmaktadırlar. Ancak Motta Salvy’nin –Frank Vincent- içeriye girdiğini görüp onu kardeşinin çağırdığını anlayınca yine kontrolden çıkar ve joey’e ardı ardına yumruk atar. Çünkü Salvy’den nefret etmektedir.
İlerleyen sahnelerde Motta kardeşi Joey ile beraber, diyaloglardan mahallelinin uğrak noktalarından biri olduğu anlaşılan, bir tür sosyalleşme, boş vakit geçirme mekânı, havuz başında görünür. La Motta burada sonradan ikinci karısı olacak Vickie’yi –Cathy Moriarty- görür ve ondan oldukça etkilenir. Akabinde onu ilk eşiyle yine şiddetli bir kavga esnasında görürüz. Eşi onun çapkınlık yapmak amacıyla dışarı çıktığını düşünmektedir ki, ilk kavgalarında da böylesi diyalogların geçmesi onun bu konuda takıntılı –bu hususta daha önce bir şey yaşadığı için mi? Yoksa Motta’nın ünü ve erkek olmanın “özü” itibariyle çapkınlık yapma ihtimalinin yüksek olduğu fikrine duyduğu inançtan ötürü mü böyle bir takıntısı vardır? Bilemeyiz. Film bunları gizli tutar.- olduğunu hissettirir. Akşam karanlığının ve kamusal mekânın tekelini elinde bulunduran erkekler için dışarı çıkma ve dışarıyla olan ilişkiler ile ailesi yani ev içi ilişkilerinin yalıtılmış olması o dönem için sıradan bir durumdur. Keza Motta’nın ilk eşi film boyunca yalnızca ev içinde kocasına hizmet ederken ya da onunla kavga ederken gözükür. Oysa Motta ağırlıklı olarak kamusal mekândadır. Erkeklerin o dönem için dışarısıyla ev yaşamları -aileleriyle olan ilişkileri- arasındaki ayrıksılık Segal tarafından da dile getirilmiştir.
Karı ve kocaların ayrı –neredeyse gizli- hayatlar sürdürdükleri görülür; ikisi de birbirlerinin hayatına tam anlamıyla girmeyi başaramaz: kadın kocasının işi hakkında pek bir şey bilmeyecek, koca ev işleri veya çocuk bakımıyla ilgili hiçbir sorumluluk almayacaktır. Çok az kadın cinsel hayatlarında tatmin sağlarken, “neredeyse iş benzeri” evlilik düzenlemeli içinde kocanın da sevgi ve arzuları bastırılır (Segal, 1992: 32)… Koca, dostları arasındaki statüsünü ve prestijini korumak için bilinçli olarak –ve açık bir şekilde- kendisi ile karısı ve çocukları arasına mesafe koymalıdır. Kadınlar ve erkekler arasındaki bu toplumsal mesafenin gerisinde –Dennis ve arkadaşlarının vurguladıkları gibi- kadınların erkeklerden aşağıda ve ikinci planda kaldıkları açıktır (kadın kocasının aksine kendisi için para harcamaz ve kocasının onayı olmadan hiçbir etkinliğe katılmaz).
Söz konusu paragrafta filmle kesişen pek çok ortak nokta vardır. Öncelikle “kadının kocasının onayı olmadan hiçbir etkinliğe katılamıyor” oluşu filmde Lenore’nin -Motta’nın eşi, Theresa Saldana- kardeşi Joey ile beraber evden çıkarken Motta’yı “Sen gidersen ben de dışarı çıkarım, eve geldiğinizde burada olmayacağım” diyerek tehdit etmesinde yatmaktadır. Lenore söz konusu cümleleri sarf ederek kocasının dışarı çıkmasını engellemeye çalışmaktadır. Bu durum yani Leone’nin kocasının onayını almadan dışarı çıkacağı tehdidini savurması, bunun bir tehdit unsuru olması aynı zamanda kocaların onayı olmaksızın dışarı çıkılmasının riskli, yasak olduğunu da dolayımlamaktadır. Lenore’nin kocasının onayını almadan dışarı çıkmasının –diğer erkeklerin yarattığı potansiyel cinsel tehdit yanında- altında yatan örtük anlam da bu durumun Motta’nın iktidarını tehdit etmesi, Lonere’nin onun denetiminden bağımsız hareket ederek egemenliğine yönelmesindedir. Tarih süreci içerisinde şiddetin kurumsallaşan yüzü erkek cinselliği ile metaforik bir bağla ilişkilenir. Geçmişten günümüze kurumsallaşan şiddet, profesyonel ordular çok büyük oranda –Amazonları unutmamak gerekir- erkeğin tekelinde var olmuştur. Bu açıdan sınırları olan belirli bir toprak parçası ve içerisinde yaşayan insan topluluğunu koruma aynı zamanda fethetmek, ele geçirmek, zapt etmek eylemleri erkeklikle sıkı sıkıya ilişkilenmiştir. Söz konusu kabuller de erkek kimliğinin ideolojik inşasında devreye girmektedir. Tasarımsal ancak korunma ihtiyacının vücut verdiği pragmatist eril örüntüler erkek kategorisinin bir belirleyeni olarak cinselliğe ve kadının konumlandırılışına yansımıştır. Savaş anında düşmanının bedenine ok ya da kılıç saplayarak onu yok eden, bu yolla, zafer ve egemenlik kazanan erkek karşı cinsin “içine girme” eylemini de bir fetih, zafer ve iktidar algısıyla aynılaştırır. Keza “yarak” kelimesinin ilk anlamının Türk Dil Kurumu’nun resmi internet sitesinde silah; ikinci anlamının ise erkek cinsel organı manasına geldiği yazmaktadır. Yani silah ile cinsel organı aynı kelime karşılamaktadır. Bunun tesadüf olmadığı ve söz konusu iktidar ilişkisinin biçimlendirdiği bir eş anlamlılık olduğu kanaatindeyim. Cinsel eylemle beraber erkek kadın üzerinde egemenlik kurar  -ya da böylesi bir duygu edinir. Kadın artık erkeğin sınırlarına, koruma alanına dâhil olmuştur. Bu sebeptendir ki, iki erkeğin kavgasında küfürler diğer erkeğin egemenlik alanına, koruma alanına yani annesine, kız kardeşine, eşine yönelir. Bu bağlamda sertleşme sorunu olan ve cinsel ilişkiye giremeyen erkeklerin “iktidarsız” olarak nitelenmesi erkeğin cinsellikle inşa ettiği egemenliği –ya da bu ifadenin vurguladığı gibi inşa edemediği egemenliği- tüm açıklığıyla somutlamaktadır. Cinsel ilişkiye giremeyen erkek kadın üzerinde iktidar tesis edemez, iktidarsızdır. Aynı ifadenin İngilizce karşılığı da mevcuttur: “impotence”. İmpotence, cinsel iktidarsızlık, güçsüzlük, zayıflık, etkisizlik, acizlik ve iktidarsızlık manalarına gelmektedir. (Seslisözlük, 2014). Keza Batı kültüründe de erkek cinsel organıyla kurumsallaşan şiddetin aynılaşmasının egemenliği ifade eden simgeselliğine rastlarız. Bu hususta Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” adlı kitabında erkek ve kadın sembollerinin anlamları hususunda geçen diyaloglar dikkat çekicidir:
Langdon cebinden bir kalem çıkardı. “ Sophie, çağdaş dişi ve erkek sembollerini biliyor musun? Bilindik erkek sembolü ve dişi sembolünü  çizdi.
Sophie, “Elbette,” dedi.
Alçak bir sesle, “bunlar,” dedi. “orijinal erkek ve dişi sembolleri değiller. Pek çokları erkek sembolünün kalkan ve mızraktan, dişi sembolünün ise güzelliği yansıtan bir aynadan geldiği yanılgısına düşer. Doğrusu semboller, tanrı gezegen Mars ve tanrıça gezegen Venüs için kullanılan eski astronomi simgelerinden gelir. İlk semboller çok daha basitti.” Langon kâğıda bir başka ikona çizdi.
  

Ona, “bu sembol, erkek için çizilen orijinal ikonadır,” dedi. “gelişmemiş bir penis”
Sophie, “Tam isabet,” dedi. 
Teabing, “Sanki” diye ekledi.
Langdon devam etti. “Bu ikona bıçak ağzı olarak bilinir ve saldırganlıkla erkekliği temsil eder. Doğrusunu istersen bu penis sembolü günümüzdeki askeri üniformalarda rütbe nişanı olarak hala kullanılıyor.”
“Gerçekten.” Teabing sırıtıyordu. “Ne kadar çok penisin varsa rütben o kadar yüksektir. Erkekler erkektir.”
Langdon yüzünü buruşturdu. “Devam edecek olursak, dişi sembol tahmin edeceğin gibi tam tersidir.” Kâğıda başka bir sembol çizdi. “Buna kadeh denilir (Brown, 2003: 56).””
                                                  

Keza kimi yorumlar evrensel erkeklik sembolünün kalkan ve mızrağı sembolize etmesinin yanında ereksiyon halindeki bir penise de karşılık geldiğini iddia etmektedir. Böylelikle yine silah ve erkek cinsel organı aynılaştırılmakta, bu, erkek egemenliğin cinsellikle, cinsellikte kurduğu iktidarın metaforik bir ifadesine dönüşmektedir. 
Lenore’nin ağzından bir çırpıda çıkan ve oldukça sıradan duran, “Sen gidersen ben de dışarı çıkarım, eve geldiğinizde burada olmayacağım”, ifadeleri -yukarıda bahsetmiş olduğumuz- binlerce yıllık tarihsel birikiminin doldurduğu cinsiyetler arası iktidar ilişkilerinin tikel bir tezahürüdür. Lenore’nin o saatte dışarı çıkacağını söylemesi ve bu cümlenin içerdiği örtük cinsel çağrışım Motta’nın eşi üzerindeki egemenliğini kaybetmesi, koruma alanına dâhil olan Lenoreyi ve iktidarını yitirmesi, bir başka erkeğin sınırlarını ihlaliyle hakarete uğraması tehdidini içerir. Ayrıca Motta ve Joey apartman koridorunda yürürken Joey’in Motta’ya karısı için “neden sopayı kafasına vurmuyorsun?” demesi erkeğin kadın bedeni üzerinde fiziksel şiddet uygulamasının doğal bir hak olarak algılandığının somut bir örneğidir. Joey söz konusu cümleleri kendinden şüphe etmeksizin, oldukça rahat bir şekilde sarf etmiştir.
Bunun yanı sıra şiddet, cinsellik ve bu simgeselliğin tesis ettiği eril iktidarın bir diğer örneğini Motta’nın ikinci eşi Vickie ile olan ilişkisinde de görürüz. Motta paranoyak bir biçimde Vickie’nin kendisini aldattığından şüphelenmektedir ancak buna yönelik herhangi bir kanıt bulamamaktadır. Motta Boks müsabakalarından ötürü Vickie ile cinsel ilişkiye girememektedir. Bu, daha sonra Vickie tarafından Joey’e ifade edilecektir. Bu durumun yarattığı iktidarsızlık hissi, Vickie’nin bir başkasıyla cinsel ilişki yaşaması sonucu Motta’nın egemenlik alanından bir başka erkeğin egemenlik alanına geçecek olmasının hâkim erkeklik değerlerinin, mesleğinin gerektirdiği sertlik, kazanma ereği ve sürekli bir iktidar sahipliği istenci ile çatışmaktadır. Söz konusu gerilimin Motta’nın bünyesinde yarattığı öfke şiddetin kontrolsüzce dışa vurmasına neden olmaktadır. Bu nedenden dolayı Motta kardeşi Joey’i acımasızca dövecek ve bu durum iki kardeşin uzun yıllar birbirleriyle küs kalmalarına neden olacaktır.
Motta kardeşini dövmeden önce Joey ve Vickie bir kulüpte tartışma yaşamışlardır. Vickie’nin Salvy ile oturduğunu gören Joey bu durumu uygunsuz bulmuş, Vickie’den şüphelenmiş ve onu ortamdan uzaklaştırmaya çalışmıştır –bunu abisi Motta’dan aldığı yetkiye dayanarak yapmıştır çünkü bir kadın her zaman için bir erkeğin denetiminde olmalıdır. Söz konusu sahnede Vickie “sürekli tepemdesiniz” diyerek bu durumu somutlamış ve bundan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Ancak Vickie’nin Joey’e direnmesi tartışmanın büyümesine neden olmuş ve gece Joey’nin Salvy’i vahşice dövmesiyle sonuçlanmıştır. İki birey arasında gerçekleşen cinsel eylemin toplum tarafından onaylanması zorunluluğu yani evlilik yoluyla kurumsallaşması ve denetlenebilir bir hal alması; aynı zamanda heteroseksüel bir içerikle kurulması ataerkil tahakküm ilişkilerinin bir sonucu ve bu ilişkilerin sürdürülmesine yönelik erkekler arası bir iş birliği halidir.  Kendi kültürümüz özelinde “Bu evden gelinlikle çıktın ancak kefenle dönersin” gibi söylemler kadının onaylanan her hangi bir erkeğin egemenliğinden çıkmamasına yönelik açık bir tehdittir. Bu ifadeler ışığında denilebilir ki, Joey, Motta’nın yokluğunda erkekler arası iş birliğinin bir tezahürü olarak kendini abisinin yerine ikame etmiş, varlığını abisinin ataerkil çıkarlarını koruyan bir erk olarak konumlandırmıştır. Bu nedenden ötürü daha önce çoklukla akılcı ve ılımlı tavırlarıyla ön plana çıkan, şiddetle ilişkilenmeyen Joey Salvy’i acımasızca dövebilmiştir. Joey abisinin egemenliğinin ihlal edilmemesi için varlığını Motta’nın yokluğuyla değiştirmiş bu yolla Vickie’nin direncini kırıp, abisinin onurunu kurtarmıştır. Böylelikle ataerk kendini yeniden üretmeyi başarmıştır.       
Vickie’nin Motta’yı aldatması ihtimali karşında öfkeden çılgına dönen Joey abisini, henüz Lenore ile evli olduğu dönemde, Vickie ile tanıştırmakta hiçbir sakınca görmemiştir. Motta kardeşi Joey’in yardımıyla Vickie ile tanışır ve ona arabayla dolaşmayı teklif eder. Vickie de bu teklifi kabul eder. Beraber golf benzeri bir oyun oynarlar ve Motta Vickie’yi babası için satın aldığını söylediği bir eve getirir.  Motta’nın, evi babası için satın aldığını gereksiz yere vurgulaması, tanışmaya lüks arabasıyla gitmesi –ve belki de oynadıkları oyun- kuşkusuz tesadüf değildir. O, Vickie’ye bir kadını elde edebilmenin kolay yolunun maddiyatla alakalalı olduğu, kadınların zenginliği ön planda tutukları gibi eril ön kabullerle yaklaşır. Ancak bu süreçte dikkat çeken Motta’nın sürekli emir kiplerine başvurması ve her şeyi onun belirlemesi olmuştur: Motta arabayla dolaşmayı teklif etmiş ve Vickie kabul etmiştir. Golf benzeri oyunu oynarlarken Vickie daha önce hiç böyle bir oyun oynamadığını söyleyerek bunun da Motta tarafından seçildiğini seyirciye aksettirmiştir. Sonrasında ise beraber babasının yaşadığını anladığımız bir eve gelirler. Burada Motta Vickie’den yanına gelmesini hatta kucağına oturmasını istemiş. Vickie de ses çıkarmadan Motta’nın yanına gitmiş ve kucağına oturmuştur. Bu otoriter buyurganlık kuşkusuz Motta’nın etkin erkekliğinin simgesi Vichie’nin de –ya da herhangi bir kadının-  dişil edilgenliğinin göstergesidir.
Filmin kurgusuyla Jack La Motta’nın hayatında meydana gelenler arasında bir koşutluk vardır. Motta, Vickie ile tanışıp güzel bir gün geçirdikten hemen sonra yenilmezlik unvanı olan Sugar Ray’i adeta hezeyana uğratır. Bu iki sekans ard arda gelirler. Burada, kurgusal olarak, cinsel tatminle ringde elde edilen zafer arasında bir paralellik kurularak Motta’nın cinsel zaferi ayrıca şiddetle örüntülenen cinselliği vurgulanır. Sonrasın da ise Motta’yı babasının evinde Vickie ile beraber görürüz. O, Vickie ile sevişme arzusu duymakta ancak müsabakalardaki performansını etkileyeceği gerekçesiyle kendisini hazdan alıkoymaktadır. Öncesinde Vickie ile sevişmeye başlamış ancak kuvvetle muhtemel müsabakalardaki akıbetini düşünerek arzusunu ketlemiştir. Bu, bilinçaltı süreçlerin egemen olduğu bir ketleme değildir aksine Motta banyoya gider ve ereksiyonunu sona erdirmek için cinsel organına buzlu su döker. Bir sonraki sekansta ise Motta’nın Sugar Ray’e yenildiğini görürüz. Söz konusu sekansın sonunda ise o, elini buzlu suya sokar ve acıyı iyice hissedinceye değin elini orada tutar. Yönetmen Motta’nın elini kompozisyonun merkezine yerleştirir ve ağır ağır zoom in yaparak vurguyu arttırır. Burada sekanslar arası koşutluk buzlu su ile oluşturulmaktadır. Cinsel tatminsizliği ile ringdeki başarısızlığı şiddet ile cinsellik arasında güçlü paralellikler kuran bir diğer düzenlemedir. Bahsi geçen şiddet-cinsellik ilişkisi Motta’nın kendini ketlediği sekansta çok daha net bir görsel düzenlemeyle kendini dışa vurur: “Jake’in Vickie’den çürüklerini öpmesini istediği sıradaki bir yakın çekim şiddet ile cinsellik arasında ilişki kurar” (Brodwell & Thompson, 2012: 441).
Jake La Motta’nın Vickie’ye çürüklerini öptürmesi, Joey’e suratı kan içinde kalıncaya kadar kendini yumruklatması, ereksiyonunu buzlu su ile bastırması, elini uzun süre buzlu suyun içinde bekletmesi, filmin ilerleyen sahnelerinde rakibi Sugar Ray’a kendini bile bile dövdürtmesi, hapishaneye düştüğünde kafasını defalarca duvara vurması ve duvarı yumruklaması gibi mazoşit tavırlarının -bunların dışında kalan pek çok şeyle beraber- bastırılmış eşcinsel dürtülerden kaynaklandığına dair yorumlar da vardır.   
Örtük olarak film Jake’in saldırganlığındaki bastırılmış eşcinselliğin gerginliğini gösterir. Boks maçında yendiği rakibi Cerdan’ı kucaklaması, tıpkı son maçında Robinson’u kendisine saldırmaya teşvik etmesi gibi, böylesi bir yoruma neden olur. Jake’in bir gece kulübünde bir masaya oturup, gelecekteki rakibiyle ilgili şakalar yaptığı 6. Sekansta Jake, Vickie ile seviştiğinden şüphelendiği gangstere alaycı bir şekilde kendisine seks ortağı olmasını teklif eder. 8. Sekansta bir sahne yardımcının Jake’in bedenine masaj yapmasının erotik olarak anlamlı yavaş-çekimiyle başlar. Genelde Jake’in boks yapmaktan büyülenmesinin ve aile içi yaşamla ilgilenmeyi reddetmesinin kabul edilmemiş eşcinsel itkiden çıktığına dair bir ima vardır (Brodwell & Thompson, 2012: 442).    
            Öncelikle, Motta’nın “boks maçında yendiği rakibi Cerdan’ı kucaklamasının” eşcinsel bir ima içerdiği görüşü oldukça havada kalan bir iddia gibi durmaktadır. Birbirini kucaklayan her erkeğin eşcinsel olabileceği düşüncesi indirgemeci bir yaklaşımı ortaya koymakta, ayrıca cinsiyetler arası katı davranış normlarına dolaylı da olsa gönderme yapmaktadır. Bu açıdan Söz konusu değerlendirmenin, örtükte olsa, heteroseksist bir bakış açısı tarafından temellendiği sezinlenmektedir. Keza Motta şike yaptığı gerekçesiyle geçici bir süre bokstan men edilmiş, bunun yanı sıra oldukça yeteneksiz ve başarısız bir rakip tarafından yenilgiye uğratılması itibarını tehlikeye sokmuştur. Böylesi zor süreçlerden geçip boksa geri dönen Motta son rakibi Cerdan’ı da yenerek Dünya Orta Sıklet Boks Şampiyonu olmuştur. Şampiyonluğun verdiği coşkuyla –bu olay Motta’yı ağlatacak kadar etkilemiştir- rakibine sarılması çok da eşcinsel bir güdüden kaynaklanmıyor gibidir, daha çok aşırı mutluluk halinin bir yansıması gibi durmaktadır. Kaldı ki, boksörler müsabakalar sona erdikten sonra bir centilmenlik göstergesi olarak birbirlerine sarılırlar. Ancak filmde de görmüş olduğumuz gibi Cerdan tükenmiş, yerinden kalkacak hali kalmamıştır. Bu durumda Dünya Orta Sıklet Şampiyonuna yaraşır bir centilmenlik göstergesi olarak Motta’nın onun yanına gidip sarılması gerekirdi. Durumun bundan ibaret olduğunu düşünüyorum. Motta’nın eşcinselliğine yorulan bir diğer göstergenin “Robinson’u kendisine saldırmaya teşvik etmesi “ olarak iddia ediliyor. Ancak filmin bütününe baktığımızda Motta’nın mazoşizminin yalnızca Robinson’u kendine saldırtmasıyla sınırlı olmadığını bunun dışında pek çok kere onun kendi kendine acı çektirmek için eylediğini görürüz. Motta’nın mazoşizmini açığa çıkaran durumların kökenine baktığımızda ise kontrolü dışında seyreden bir engellenme hali dikkatleri çeker: fiziksel niteliklerinin yetersizliğinden ötürü asla ağır sıklet şampiyonuyla, boksun en iyisiyle karşılaşamayacak olması yani asla dünyanın en iyisi olamayacak olmasının yarattığı engellenmişlik hissi Joey’in yumruklarıyla sonuçlanmıştır. Bunu yanı sıra elini soğuk suyun içine daldırıp uzunca bir süre beklettiği sahnenin öncesinde Joey’de Motta’da hakemlerin haksız yere Robinson’u galip ilan ettiğini söylemişlerdir. Yani bu noktada da Motta kontrol edemediği, kendi denetimi dışında gerçekleşen bir olayın yarattığı engellenmişlik hissini deneyimlemiştir -galibiyetinin, başarılı olmasının engellenmesi. Motta, hapishaneye düştüğünde özgürlüğü engellenmiş ayrıca polislerin ona rencide edici hakaretlerde bulunmalarının bünyesinde yarattığı öfke de kafasıyla ve yumruklarıyla duvara vurmasına yani kendine acı vermesine neden olmuştur. Sugar Ray Robinson’a kendini feci şekilde dövdürmeden evvel Motta kıskaçlık krizi geçirerek karısını ve kardeşini dövmüştür. Karısını kaybetme noktasına gelen, kardeşiyle de ilişkileri sona eren Motta, böylece, duygusal yaşamındaki başarısızlıkların ve sevdiği insanlara verdiği hem psikolojik hem fiziksel zararların bedelini kendine ödetmiştir. Buradaki engellenmişlik hissinin, biraz da zorlama bir yorumla, kardeşiyle ilişkisinin engellenmesi şeklinde ortaya çıktığı söylenebilir. Bir diğer argüman, “6. Sekansta Jake, Vickie ile seviştiğinden şüphelendiği gangstere alaycı bir şekilde kendisine seks ortağı olmasını teklif eder”, Fikrine dayanmaktadır. Ancak söz konusu diyaloglara dikkat edilirse Motta’nın cinsel eylemin hep “aktif” tarafında yer aldığı anlaşılacaktır. O, ileride karşılaşacağı bebek yüzlü boksör için “onu dövsem mi? yoksa becersem mi, bilemiyorum? Ayrıca onun kıçında kocaman bir delik açacağım gibisinden ifadeler kullanmıştır. Söz konusu söylemlerin rakibini dişileştirmek yoluyla aşağılamak güdüsünden kaynaklandığı çok açıktır. Keza daha önce de alıntılamış olduğumuz gibi Bourdieu, “Girme” (Penetration) bir erkek söz konusu olduğunda egemen libidonun göstergesi olur; erillikten hiç ayrılmaz, karşıtını da dişileştirir”, diyerek Motta’nın temel itkisini özetler. Bir diğer sav, Genelde Jake’in boks yapmaktan büyülenmesinin ve aile içi yaşamla ilgilenmeyi reddetmesinin, altında aranmaktadır.  Motta’nın babasının evindeki dini ikonalar onun geleneksel bir İtalyan ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldiğini göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu gelenekselliğin Motta’nın bilincine nüfuz etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Buradan da Motta’nın kişiliğinin ataerkil örüntülerle dolu olduğu sonucuna varabiliriz. Ancak kuşkusuz bu, bizlere kesin bir argüman sunmaz. Segal, “kadın kocasının işi hakkında pek bir şey bilmeyecek, koca ev işleri veya çocuk bakımıyla ilgili hiçbir sorumluluk almayacaktırderken 1940-50’li yılların geleneksel kadın erkek ilişkilerini tanımlamaktadır. Filmin bütününde Motta’nın erkek egemen değerlerle örülü kişiliğine hemen her sahnede tanık oluruz. O halde Motta’nın çocuklarıyla pek ilgili olmaması onu -1940-50’li yılların tarihselliği çerçevesinde- eşcinsel değil erkek egemen değerleri yeniden üreten bir birey yapar.        
Filmin kurgusuyla Motta’nın yaşadıkları arasındaki koşutluğa geri dönersek, Motta’nın elini uzun süre buzlu suda tutuğu sahnenin hemen ardından gelen uzunca bir bölüm vardır: Motta’nın kazandığı her zaferin ardından sosyal yaşamında vuku bulan mutluluk verici bir olaya tanık oluruz. Kazandığı bir zaferin ardından Motta evleniyordur bir başka galibiyet sonrası Joey evleniyordur, ilerleyen sahneler boyunca keyifli bir tablo çizen birkaç kare görürüz, daha sonra Joey’in ve Mottanın çocukları olur, mutlu aile tablolarının çizildiği mangal partilerini tanık oluruz, her bir sahnenin arasında da Motta’nın bir galibiyeti ekrana düşer. Söz konusu sahneler bize Motta’nın iş hayatında ve sosyal hayatında zirve yaptığını hissettirir. Ancak, akabinde, Motta’nın kilolarından dolayı Joey’e dert yandığı sahnede gerçeğin o kadar da iç açıcı olmadığını görürüz. Vickie’nin Motta’nın rakibi olacak bir boksöre yakışıklı demesi onu kıskançlık krizine sokar. Motta Vickie’ye “Sen kimsin? Sen ne bilirsin ki?” Gibi ifadelerle psikolojik şiddet uygular ve ona çocukları alıp içeri gitmesini söyler. Hemen ardından da aynı şeyi Joey kendi karısına yapar. Söz konusu sahnede kadınlar erkeklerin yanındaki bir aksesuar gibidir, çocuklara bakmaları, emirlere uymaları gereken organik bir aksesuar. Erkekler ise ciddi ve “kadınların anlayamayacağı” meseleleri yoluna koyması gereken üstün varlıklardır.
Filmin ilerleyen sahnelerinde Jack La Motta’nın tam bir yıkımına şahit oluruz. Kardeşiyle ilişkisi tamamen biten, karısından ayrılan, sahip olduğu gece kulübünü kaybeden acınası bir yazgıdır Motta’nınki. Hayatının geri kalanını küçük, izbe barlarda stand-up yaparak kazanır. Mottanın yazgısının bu radikal kırılması seyircinin şiddetin bir insanı sürüklediği felaketi duyumsamasını sağlar.
                                                                KAYNAKÇA
BORDWELL, David & THOMPSON, Kristin. (2012). “Film Sanatı”.  (Çev. E. Yılmaz & E. S. Onat). Ankara: De Ki Yayınları. ().
BROWN, Dan. (2003). “Da Vinci Şifresi”. (Çev. P. Demir). İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. (2003).
CONNEL, Robert William. (1998). “Toplumsal Cinsiyet ve İktidar: Toplum, Kişi ve Cinsel Politika”. (Çev. C. Soydemir). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (1987).
CORMACK, Mike. (1992). “Ideology”. Michigan: University of Michigan Press.
KOCA, Canan. (2006). “Beden Eğitimi ve Spor Alanında Toplumsal Cinsiyet İlişkileri”. Hacettepe Spor Bilimleri Dergisi, 17(2), 81-99. Erişim: 26 Ocak 2014, http://www.sbd.hacettepe.edu.tr/fulltext/2006_2_4.pdf
SANCAR, Serpil. (2013). “Erkeklik: İmkânsız İktidar”. İstanbul: Metis Yayınları.
SCHICK, İvin Cemil. (2001). “Batının Cinsel Kıyısı: Başkalıkçı Söylemde Cinsellik ve Mekansallık”. (Çev. S. Kılıç & G. Sarı). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
SEGAL, Lynne. (1992). “Ağır Çekim Değişen Erkeklikler Değişen Erkekler”. (Çev. V. Ersoy). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (1990).
Sesli Sözlük. (t.y.). Erişim: 31 Ocak 2014, http://www.seslisozluk.net/?word=impotence++&lang=tr-en
WITTIG, Monique. (2013). “Straight Düşünce”. ( Çev. L. S. Darıcıoğlu & P. Büyüktaş). İstanbul: Sel Yayıncılık. (1992).
WOLF, Sherry. (2012). “Cinsellik ve Sosyalizm: LGBT Özgürleşmesinin Tarihi Politikası ve Teorisi”. (Çev. K. Tanrıyar). İstanbul: Sel Yayıcılık. (2011).