Serkan
Çiftci[1]
İçinde Yaşadığım Deri ; Bedenin
Hapishanesinde
Almodovar
sinemasında öykü çoğunlukla kadınların gözünden anlatılır; kadınlar, acı
çekiyor olsalar da erkeklerden daha güçlü ve derinlikli, erkekler ise çoğunlukla
belirsiz ya da baskıcı varlıkları ile olumsuz karakterlerdir.
Kadınları en iyi tanıyan yönetmen
tanımlaması Almodovar için yeterli değildir. 1970'lerde çektiği kısa filmlerle başlayan
yönetmenlik hikayesini takip eden yıllarda uzun metrajlarla sürdürmüş, akımlaşan
sinemasını, kendi yarattığı farklı dünyalarla derinleştirmiş, öykülerini transseksüel,
gey, lezbiyen karakterler üzerinden işleyerek, feminist ve Queer teorisyenlerin
ilgi odağı olmuştur.
Eşcinsel
yönelimi nedeniyle toplumsal düzen içinde dışlanan, sistemin karşısında duran
Almodovar, öyküleri, kendine has anlatımı ve sinematografisi ile author bir
yönetmendir. Filmlerinde, erkek egemen toplumsal yapıyı sıklıkla eleştirir.
Ataerkinin yarattığı toplumsal cinsiyet rollerinin taşlamalarını yapar.
Genel olarak
bakıldığında Almodovar’ın filmlerinde cinsiyet, son derece akışkandır. 2011
yapımı La Piel Que Habito -The Skin I Live In (İçinde Yaşadığım Deri), filminin
senaryosunu yazarken, Fransız yazar Thierry Jonquet’nin, Mygale (İngilizce
çevirisi Tarantula) adlı romanından esinlenmiştir. Film, Karısını bir trafik
kazasında kaybetmiş ünlü bir plastik cerrah olan Robert Ledgard’ın (Antonio Banderas) saplantı haline gelen “Gal”
adlı yapay deri projesinin ve gen nakli çalışmalarının sebep olduğu trajik
sonuçları konu alır. İntikam temalı film, gerilim unsurları taşımaktadır.
İçinde Yaşadığım Deri; Beden Değişince, İnsan Değişir mi?
Filmin açılış
jeneriğinde, 2012 yılında, İspanya’nın Toledo
şehrinde El Cigarral isimli geniş ormanlık
bir arazi içinde büyük ve gösterişli bir malikane dekorunda öykü başlar. Filmin
ana karakterlerinden Vera (Elena
Ayana), malikanede güvenlik kameraları altında tecrit edilmiştir. Yoga yapan,
kitap okuyan, giydiği elbiselerini kesen, heykelciklere deriler giydiren,
vaktini bu tür uğraşlarla geçiren güzel bir kadın olarak resmedilir. Evin
içindeki hizmetliler ile iletişimini diyafonla sağlamaktadır. Yemeklerini ise
küçük bir asansörden almaktadır. Evin başhizmetçisi Marillia (Marisa Paredes), Vera’nın
portakal suyuna ilaç karıştırarak, kahvaltısını bu asansörden odasına
ulaştırır. Asansörde yeni giysiler ve 2013 Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun Escapade isimli kitabı da vardır. Vera’nın heykelciklerinin yanında gördüğümüz kitap ise Fransız
kadın heykeltıraş Louis Bourgeois’yu anlatan bir kitaptır. Evin koridorlarında
ise Titian’ın Urbino’nun Venüsü tablosu asılıdır. Almodovar filmin açılış
sahnesinde farklı sanatçılara referanslar yapmıştır.
Devam eden sahnede ise Robert (Antonio Banderas), bilimsel bir
konferans vermektedir. İnsanı yüzünden tanırız diye söze başlar,
-
Yanık
kurbanlarının sadece hayatlarını kurtarmak yetmez. Ölüden alacak olsak bile bu
hastalara bir yüz temin etmek gerekir. Yüz ifadelerini taşıyacak bir surat. Tüm
dünyada yapılan dokuz surat nakli ameliyatından üçüne katıldım. Bu operasyonlar
hayatımın en önemli deneyimleri oldu. Güzel şekilsiz bir kas kütlesine surat
ifadesi özelliği vermek için kaslara istenen şekilde hükmedecek sinir uçları
ayarlamak gerekir.
Ledgard, biyo-genetikle uğraşan bir
bilim insanı, aynı zamanda zengin bir burjuvadır. Evinde laboratuarı ve
ameliyathanesi vardır. Domuz geninden ürettiği yanma, böcek sokmaları gibi dış etkenlere
karşı dayanıklı bir insan derisi araştırmasını evinde gizli deneylerle
yürütmektedir. Evinin bir odasına hapsettiği Vera’yı güvenlik kameralarıyla izlemektedir.
İlk sahnelerde öykünün
ana kahramanları kurulurken, arka planda kullanılan Titiana’nın, Urbino Venüsü
tablosu, Urbino dükünün genç karısına
düğün hediyesi olarak vereceği çeyiz sandığının içini süslemesi için sipariş
edilmiş, sonradan tablo olmuş bir eserdir. Sanat tarihinin en müstehcen
tablolardan biri olarak kabul edilen eserde, çıplak kadın, doğrudan izleyiciye
şehvetli ve cüretkar bir bakış atar. Yatağın sağ ucunda uyuyan köpek sadakati
temsil eder. Arka plana yerleştirilen “Etiyopyalılar” ismiyle anılan hizmetçiler
ise çeyiz sandığında Venüs’ün elbiselerini aramaktadır.
Simone de Beauvoir 1949 tarihli öncü çalışması olan İkinci
Cins’te, kadın bedeninin bakılan ve sorgulanan bir nesne olduğunun altını
çiziyordu. John Berger (1972) “ erkek eyler, kadın görünür” (men act, women
appear) demişti. Bu yazarların söylediği şeye göre, eril iktidarın en büyük
başarısı, kadınlık konumunu “kendini, bakılacak” bir nesne olarak
kurgulamaktır. Sanat tarihine baktığımızda, Berger, kadın bedeninin erkek
gözler için resmedildiğini, özellikle “nü” resmin gelişimi ile gerçekleşen
“seyreden erkek” halinin modern eril iktidarın inşasında çok stratejik olduğunu
vurgular (Sancar, 2013:250).
Berger Avrupa nü sanatıyla ilgili
olarak;
Ressamlar ve seyirci-sahipler
erkekti, nesne olarak işlenen kişilerse çoğunlukla kadın. Bu ters ilişki
kültürümüze öylesine sinmiştir ki bugün bile sayısız kadının bilincine biçim
vermektedir. Kadınlar kendilerine karşı, erkeklerin onlara karşı davrandığı
biçimde davranmaktadırlar. Kadınlar da erkeklerin onların karşılarında
yaptıklarını yapıp kendi dişiliklerini seyretmektedirler (Berger, 2007:63).
yorumunu
yapar.
Gözetlenen kadın
bedeni, bedenine bakılmasından rahatsızlık duymayan davetkar kadın, sadakat
teması ve giyilmek istenmeyen elbiseler detayları üzerinden öykünün ilerleyen
aşamalarında farklı tartışmalara resim üzerinden göndermeler yapılabilir.
Vera’nın başucundaki kitabın kahramanı Louis Bourgeouis ise beden odaklı
çalışmalarının yanı sıra sabit cinsiyeti akışkan gösteren işler yapmıştır. Filette (1968) ismindeki heykeliyle,
queer bir tavır göstermiş, hem penis hem de kadın bedeni olarak eserini stilize
etmiştir (Tarja, 2014:8).
Zaman zaman feminist
eğilimler de gösteren Bourgeois,
küçüklüğünde babasından gördüğü aşağılanmanın etkisiyle "Babanın Yok
Edilmesi" adlı bir eser de ortaya koymuştur. Bu anlamda Almodovar’ın filmle ilgili açtığı beden
odaklı tartışmalara mesai harcamış bir sanatçıdır. Vera’nın yoga pozlarından biri ise sanatçının Arc of Histeria (1993) heykelinin benzer bir figürüdür. Vera’nın duvara çizdiği figür ise gene
sanatçının Femme Maison (kadın ev)
heykelidir. Tarja’ya göre (2014:3), Plato’nun bu figür, bedenin ruhun
hapishanesi olduğu metaforuna göndermedir. Kotik’in yorumuna göre eser,
Kuşatılmışlık ve kaçış, güvenlik ve yalnızlık
arasındaki dengeyi içinde barındıran ev formunu kullanmıştır. Beden de onun
için sadece dış dünya ile bağ kurmak için gereken bir şey değil, aynı zamanda
kendi derin iç dünyasına ulaşmasının da bir yoludur (Kotik’ten aktaran Sağlık,
2014:76).
Sağlık’a göre (2014:76-77)
sanatçı, cinsiyet, kadın, aile ve yalnızlık kavramlarının arasında ele aldığı ‘sıkıntı’
duygusuna ‘beden’ ile ilişkili yapıtları aracılığıyla görünürlük kazandırmıştır.
Çoğunlukla kadın kafasının yerini alan ev, Bourgeois
için, kadın kimliğinin ‘güven ve aile sıcaklığı’ ekseninde kuşatılmışlığını
gösterirken aynı zamanda onun hapsoluşunu da temsil etmektedir.
Bourgeois’in
babası dokuma halı tamircisidir. Yıllarca babasının atölyesinde çalışan sanatçının
kumaş heykelleri vardır ve pek çok eserinde tekstil ürünü kullanmıştır. Vera’nın kumaşlara ilgisi (ya da
nefreti), heykelcikleri giydirmesi bu yönüyle de sanatçıyla ilişkilendirilmiş
olabilir. Ayrıca yaşamının son on iki yılında tamamladığı en ünlü eseri Maman “Anam” (2005) isimli 9.1 m. boyundaki dev örümcek heykeli,
Almodovar’ın senaryoyu yazarken esinlendiği Thierry Jonguet’e ait Mygala –
Tarantula eseriyle bağlantılandırılabilir.
Kitabı
asansörle Vera’ya ulaştırılan diğer sanatçı Alice
Munro ise genellikle, mutsuz ve bulunduğu yerden kaçmak isteyen kadınlar
hakkında yazmıştır.
Türkçe ismi, Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik
olan kitabındaki öykülerden birinin teması bir kadının aidiyet ve bağlılık
arasında kalmışlığını anlatmaktır. Elbise deneyen karakter, aynada gördüğü
kadın ile içinde bulunduğu bedenin farklı kişiler olduğunu söyler ve ekler “[…]
eteği iyice düzeltip ceketi ilikleyinceye kadar zehirden kaçar gibi aynadan
uzak durdu.” İleride bu konu hem intihar eden eş Gal, hem de Vera
üzerinden tartışmaya açılabilir.
Yönetmen
anlatısını ileri ve geri gidişlerle kurmuştur. Anlatıcının ya da karakterin
geçmişe dönüp oradan bir bağ kurarak anlatıyı yönlendirmesi Munos gibi Almodovar’ın da anlatısında tercihi olmuştur.
Yazar’ın,
Bazı Kadınlar isimli kitabında yer
alan “Bir erkeğin odayı
terk ettiğinde, o odadaki her şeyi geride bıraktığını asla unutma, bir kadınsa,
odadan dışarı çıktığında o odada olmuş her şeyi beraberinde götürür” cümlesi filmin finalindeki tartışmaya farklı bir boyut
getirecektir.
Tekrar öyküye
döndüğümüzde, Vera’nın intihar
teşebbüsünü ve Robert’ın onu
iyileştirmesini izleriz. Bu sahnede Robert,
Vera’nın vücuduna ilk kez dokunmuştur
ve onun teninin yumuşaklığı dikkatini çekmiştir. Domuz genetiğini insan hücresine
aktararak deriyi sertleştirmeyi başaran Robert
tıp etiğinin dışına çıkmıştır. Vera’nın
yaralarını, geliştirdiği yeni deriyi naklederek iyileştirirken alttan Robert’ın başka bir konferansta konuyla
ilgili yaptığı konuşmanın sesleri binmeye başlar ve konferansa gideriz. Biyoteknoloji Enstitüsü başkanı (Jose
Luis Gomez) ile durumu münakaşa ederler ve çalışmalarını durdurması gerektiği
bilgisini alarak eve döner.
Odasına girer,
ekranı açar. Vera yatağa uzanmış,
kitap okumaktadır. Tarja’ya göre bu sahnede; Robert kendi eserine hayranlık duyan sanatçı ve canlı bir sanat
eseri, transgenik bir başyapıt olarak yorumlanır (Tarja, 2014:2-3).
Cinsiyet kategorisi, nüfusun
yarısının cinsel varlıklara dönüştürüldüğü ve kadınların cinsiyet kategorisinin
dışına çıkamadıkları heteroseksüel bir toplumun ürünüdür. Nerede olurlarsa
olsunlar, ne yaparlarsa yapsınlar (…) cinsel olarak erkekler için müsait olarak
görülürler ve kılınırlar; göğüsler, kalçalar, kıyafetlerle kadınlar görünür
olmalıdırlar (Wittig, 2013:40-41).
İntihar
sahnesinde çıplak olan Vera, bu
sahnede, vücut formunu sergileyen ten rengi giysisiyle Urbino Venüsü tablosunda
gibidir. Robert uzaktan kumanda ile kızın
yüzüne kamerayı yaklaştırır. Vera bir
anda objektife bakar ve Robert’la göz
temasını kurar. Tablodaki bakış tamamlanmıştır.
Mulvey’nin 1975
tarihli Görsel Haz ve Anlatı Sineması
isimli, feminist film kuramının temelini oluşturan makalesinde, örnekler ve
tespitler üzerinden aktardığına göre haz, bakmaktan doğmaktadır, bu bakış ise
erkek bakışıdır. Böylelikle kadın, bakışın nesnesi haline gelir (Harris,
2013:145-160) ve erkek arzularının fetişi, erkek iktidarının pasif
doğrulayıcıları olarak konumlanırlar (Ryan&Kellner, 2010:219).
Mulvey, sinemanın büyüleyiciliğini, skopofili
(gözetlemecilik) ile açıklamıştır. Bu kurama göre, cinsel kaynaklı olan bu
dürtü sinema perdesine bakmamızın da nedenidir. Mulvey’nin kuramı,
röntgencilik, narsist özdeşleşme ve fetişizm üzerine kurulmuştur. Mulvey sinema
ile ilişkili üç bakış türü olduğunu belirtir; karakterler arasındaki diegetik
bakış, filmi izleyen seyircinin ekstradiegetik bakışı ve kamera önünde
canlandırılan olayları kameraya çeken ekibin bakışı. Bu üç bakma türünün üçü de
baskın bir biçimde erildir ve erkekle ilişkilidir (Butler, 2011;83).
Almodovar bu sahneyle
Ryan ve Kellner’ın iddia ettiği geleneksel Hollywood sinemasının edilgen kadın
davranışını yıkıp, Mulvey’in teorisine de
yeni bir boyut kazandırmıştır.
İspanyol yönetmen,
göreneksel/alışılagelmiş cinsiyet anlamlandırması ve tanımlamasını derin bir
biçimde sarsmak yoluyla, skopofilinin, arzunun diyalektiğinin ötesinde, bedenin
yeni bir sunumuyla geleneksel sinema izleyiciliğini karmaşıklaştırıp,
radikalleştirmiştir. Bu izleyicinin arzulayan bir özne olarak, bedeni ise
transgenesis ve transgenderizmin meskeni ve hapishanesi olarak
queerleştirilmesi sonucunda, alışılagelmiş dünyevi/bedensel rejimlerin
karmaşıklaştırılması, dönüştürülmesi ve yeniden koreografiden geçirilmesiyle
gerçekleşir (Smith, 2012:2).
Smith (2012:3), Almodovar’ın skopofolik rejimlerinin,
fallus merkezli bakışın yeni bir yorumlamasını yaparak sinema izleyicisinin
eril bakışında, kadının edilgenliğini yeniden şekillendirip, giriftleştirdiğini
düşünür. Vera başını kitaptan
kaldırıp kendini izleyen Robert’ın
varlığının bilinciyle kameraya bakar. Bu durumda, kimin aktif gözlemci, kimin
pasif gözlenen olduğunu söylemek zordur. Sahne, bizzat nesnenin özne olduğu bir yer değiştirme içinde Almodovar’a
gerçek derdini anlatma imkânı verir (Barkot, 2012).
Robert, dış
etkenlere karşı güçlü pürüzsüz bir deri yaratmıştır. Vera, Robert’ın etikdışı
sınır aşımının sonucudur. Sürekli olarak yarattıklarını izleyen tanrı gibi, Robert eseri Vera’yı kameradan izlemektedir. Tabi author/tanrı Almodovar, bu
yaratıcıların en başında olarak perdeden filmine bakmaktadır. Almodovar bu
sahnede sinemada bakışın bilindik göreneklerini aşar ve eril bakışı yaratan
ikili karşıtlıkları birbirine karıştırır. Kusursuz güzelliği dikizleyen erkek
bakışı, bakışın nesnesi olan kadının aslında transseksüel olduğunu öğrendiğinde
görsel haz devam eder mi? Almodovar’ın ortaya attığı soru belki de budur.
Afyon içmek için Vera’nın
odasına geçen Robert bakışlarını
kadının teninden alamamaktadır. Aralarında geçen konuşmada, Vera, Robert’in kendisiyle işinin bittiğini, yapay deri ile ilgili yeni
deneyler yapmak istemediği bilgisini alır. Vera,
onunla birlikte yaşayabileceklerini, yeni bir hayat kurabileceklerini söyler. Ben seninim. Senin için yaratıldım. Biliyorum
beni izliyorsun. Buraya getirdiğinden beri aslında aynı odada yaşıyoruz der
ve Robert’a kur yapar. Odadan kaçarak
uzaklaşan Robert, izleme odasına
geçer ve ekrana bakar. Ekranı dolduran Vera
cüretkar ve davetkar bir bakışla kameradan Robert’a
bakmaktadır. Yeni bedeniyle kadın rolünü kabullenmiş hatta içselleştirmiş
görünen Vera’nın bu bakışları, tutkulu
bir kadına mı aittir, geçmişte bıraktığı kimliğiyle şekillenmiş, melez ya da
trans bir bakış mıdır, tartışılır.
Takip eden
sahnelerde Marillia karakteri
hakkında bilgiler alırız. Azılı bir suçlu olan Zeca, şehirde düzenlenen karnavala karışarak kimliğini polisten
gizlemek için kaplan kostümüyle eve gelir. Diyafonla Marillia ile konuşur. Zeca’nın,
onun 10 yıldır görmediği oğlu olduğunu öğreniriz. İçeri zorla giren Zeca annesiyle yemek yerken, televizyon
ekranındaki haber bülteninden şehirdeki kuyumculardan birini soyduğu bilgisini
alırız. Birkaç gün gizlenmek için evi kullanmak ister. Marillia istemese de Zeca evi kullanmakta kararlıdır. O esnada
ekranda Vera’yı görür ve Onun Robert’ın eski karısı Gal’e olan benzerliğini fark eder. Marillia, Zeca’ya silah çeker. Zeca,
annemsin beni vuramazsın dediğinde Marillia’nın cevabı ilginçtir.
-Sen benim oğlum değilsin,
seni sadece doğurdum.
Geleneksel
sinemada sunulan meleksi anne temsilinin çok dışında bir replik kullanılır. Marillia’ya göre çocuğu doğurmak annelik
için yeterli değildir. Çocuğunu yetiştirmekten, onun kişiliğini ve kimliğini
inşa sürecinden uzakta kalmış bir kadın olarak onun annesi olduğunu kabul
etmez.
Marillia hem Zeca’nın hem de Robert’ın
annesidir. Hizmetçiliğini yaptığı Ledgard’ların
evinde Bay Ledgard’dan Robert’ı, başka bir hizmetçiden Zeca’yı doğurmuştur. Bakımını
üstlenmediği, kendinden uzakta yaşayan Zeca,
bütün hayatı boyunca suçla içiçe yaşamış, Robert
ise Ledgard’ların himayesinde zengin
bir doktor olmuştur. Patriyarkal aile düzenine dahil olamayıp, evinin annesi
olamayan Marillia, hayatı boyunca Robert’a bakıcılık yapmayı başarabilmiş,
annelik rolünü bu sayede yaşayabilmiştir. Anne karakteri erkek kurbanıdır. İki
ayrı erkekten, iki ayrı erkek doğurmuştur.
Anne olmak, eş olmak, iş yaşamında
yer almak gibi toplumsal roller ile yükümlülükleri altında ezilen kadının kuşatılmışlığını
belirten Beauvoir, erkek dünyası tarafından kuşatılan kadının, toplumda ‘ikinci
cins’ olarak yerleşen varlığının onun hormonlarından gelmediğini, bunların
hepsinin birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratıldığını
savunmuştur (Beauvoir, 1975:7).
Zeca’nın Vera’ya tecavüz sekansı ve Vera ve Marillia’nın ateş başında konuştukları sahnede, zamanda geri
gitmeler kullanılarak, Robert’ın ve Marillia’nın geçmişi olay örgüsüne dahil
edilir. Böylece Marillia ve Robert karakterleri kurulur. Robert ve Vera’nın rüya sekanslarıyla da Vera’nın
geçmişi öyküye dahil edilir ve olay örgüsü kurulur.
Robert’ın karısı Gal, evini terk edip Zeca’yla
kaçarken yolda trafik kazası geçirirler. Zeca
olay yerinden kaçar, Gal’in bütün
vücudu yanmıştır, Robert tarafından
ölümden döndürülür. Karısını eski görüntüsüne kavuşturmak isteyen Robert için yapay deri çalışmaları tutku
haline gelmiştir. Gal, bir gün
pencerenin camında kendi aksini görür, gördüğü manzarayı kabul edemez ve
intihar eder. Kızı Norma (Ana Vera),
bu olayın etkisinde kalır. Anti-depresanlarla, doktor kontrolünde sorunlu bir
genç kız olarak büyür. Bir partide, Vicente
(Jan Cornet) tarafından tecavüze uğrar akabinde annesi gibi o da pencereden
atlayıp intihar eder. Robert’ın bu trajik
hikayesi onunla empati kurmamızı sağlar.
Robert akıl almaz bir intikam planı
yapar. Kızına tecavüz eden Vicente’i
kaçırır. İki yıl boyunca kapalı tuttuğu mahzende ona işkence eder. Düzenli
olarak hormon hapları içirir. Sonra vajinoplasti
operasyonu ile onu kadın yapar. Deri operasyonlarının ardından, ölen karısının
suratına sahip kusursuz beden, onun için eşsiz bir sanat eseri olmuştur.
Aslında Vicente’in bedenini değiştirerek, ona
ömür boyu tecavüz eder. Modern bir Frankestein
uyarlamasına benzeyen öyküde, Barkot (2012), Robert karakterini yorumlarken, yaralanmış, ihanete uğramış,
geçmişe duyduğu özlemin hıncını ancak kendi deney nesnesiyle olan münasebetinde
müstehcenliğin doruklarına çıkarak alan otoriter bir babanın, nekrofiliye
benzer bir ilişki kurarak, sapkınlığa doğru ilerlediğini düşünür.
Filmde, Vera’nın gizemi adım adım çözülürken, Almodóvar aslında kadının
erkek tarafından nasıl kurulduğunu, nasıl kastre edildiğini, edilgenleştirildiğini
hiçbir dolayıma gerek duymadan anlatarak, sarsıcı ve şoke edici hakikatin
gücünü arttırıyor(Barkot, 2012).
Barkot’a göre; tenin
sınırını aşıp bedensel varoluşun konumunu değiştiren, sonu tecavüz demek olan
bu ihlal, her şeyden önce çılgın bir bilim adamının obsesyonu olarak seyirciye sunulur.
Ten, tıpkı bu konuda önemli bir
kurama imza atmış Didier Anzieu gibi Almodóvar için de ‘ben’ ile ‘öteki’
arasındaki sınırı teşkil ediyor. Duyusallığın, dokunsal algının, imgeseli kuran
izlerin metafor düzleminde ilk geliştiği yer olan ten, yalnızca bedenin dış
dünyaya karşı ilksel zırhı, onun dışsal olandan korunduğu bir çeper değil,
‘ben’ ile ‘öteki’yi buluşturan bir ortak hat aynı zamanda. Öyleyse tenin sınırlarını
aşmayı denemek, en başta bu ortaklığın organikliğine zarar vermek, bu ilişkinin
dokunulmazlığını ihlal etmek demek. ‘Ben’ ile ‘öteki’ arasında bir sınır
alanını, ‘ben’in korunması için kökensel bir devriye noktasını ifade eden
tenin, tenselliğin ihlal edilmesi, Almodóvar’ın filminde farklı bir ‘ben’
kurmaya çalışan sorunlu bir deneyin merkezinde duruyor (Barkot, 2012).
Bu dönüşüm
sürecinde Vera, gizlice izlenmekten
zevk alan, bakılmayı arzulayan, yeri geldiğinde dişiliğini bile kullanan bir
kadın performansı sergiler. Beden de bir
inşadır (2008:54) diyen Butler, Cinsiyet
Belası adlı eserinde, toplumsal cinsiyetin, tekrar edilen, zaman içinde
kalıplaşan ve doğalmış gibi görünen ‘performatif’ pratiklerin ve ifadelerin
sonucu oluştuğunu ifade eder.
Bedensel hareketler, edimler ve arzu
performatiftir. Dışa vuruyormuş gibi yaptıkları öz veya kimlik aslında bedensel
işaretler ve diğer söylemsel yollarla imal edilen ve sürdürülen üretimlerdir.
Toplumsal cinsiyetli bedenin performatif olması demek, gerçekliğini teşkil eden
çeşitli edimlerden ayrı bir ontolojik statüsü olmaması demektir (Butler,
2008:224) yorumunu yapar.
Canlıda
yeni normlar yaratma kapasitesi vardır. Canlı hasta olabilir, değişebilir,
birtakım bedensel yapabilirliklerini kaybedebilir ve çevreyle ilişkisinde
davranışlarını yeni normlara göre belirleyebilir. Yani çevresiyle etkileşimini
yeniden düzenleyebilir. O halde normatiftir, zira yeni organik normlara göre
hareket edebilir. Merleau-Ponty de Algı’nın Fenomenolojisi’nde patolojik
olanın çevresiyle ilişkisinde yeni normlar koyduğundan söz eder (Merleau-Ponty’den
aktaran Direk, 2012:86).
Vera, her şeye rağmen Robert’ı kendine aşık edecek hatta belki
de ona aşık olmayı duyumsayacak kadar kusursuz bir kadın olmuştur. Tecavüz
sahnesinde Zeca’ya, bir kadının gücü
oranında direnmiştir. Butler bu konuda,
Beauvoir'a
göre kişinin kadın "olduğu" açıktır, fakat bu her zaman kültürel bir
mecburiyet icabıdır. Yine açıktır ki bu mecburiyeti dayatan
"cinsiyet" değildir. Beauvoir'ın değerlendirmesinde, kadın olma
edimini gerçekleştiren "kişi"nin ille de dişi olduğuna dair herhangi
bir ifade yoktur. Beauvoir'ın "beden bir durumdur" iddiası geçerliyse
eğer, kültürel anlamlarca zaten çoktan yorumlanmamış bir bedene atıfta
bulunamayız; dolayısıyla cinsiyet, söylemsellik öncesi bir anatomik oluşsallık
olarak kavranamaz. Cinsiyetin, tanımı itibariyle aslında hep toplumsal cinsiyet
olageldiği ortaya konacaktır (Butler, 2008:54) demektedir.
“Erkeklik”
ve “kadınlık” birbirlerini üreten metaforlardır. İktidar olan her ne kadar
“erkeklik” gibi görünse de karşılıklı etkileşim süreci içerisinde her iki
cinsiyet de birbirlerinin oluşumunu ve dönüşümünü sağlamaktadır. Bu nedenle
toplumsal cinsiyeti kalıplaşmış değer yargıları -başka bir değişle bir “yapı”-
olarak değil, süreç içinde oluşum halindeki bir “performans” olarak ele almak
gerekir (Maral, 2004: 128).
Transgender
kavramında olduğu gibi simgesel ihlali övmek ya da transseksüellerde biyolojik
dönüşümü övmek, toplumsal cinsiyet/cinsiyet uygunluğunu reddeden cinsel
kimlikler arasında geziniriz diyen Wittig (2013:19), bu kimliksel yer
değiştirmelerin sadece toplumsal cinsiyet/cinsiyet kategorilerini
pekiştirdiğini düşünür.
Vicente henüz
erkek kimliğindeyken, lezbiyen iş arkadaşı Cristina’nın
cinsel kimliğini hiçe sayarak ona kur yapar, elinde tuttuğu elbiseyi giymesini
önerir, Cristina’nın cevabı “Çok beğendiysen sen giy Vicente.” Olur.
Filmin sonunda elbiseyi gerçekten de giyecek olan Vicente, Cristina’ya “Pişman olacağını söyler” Cristina “Erkeklerden hoşlanmadığım için mi?” diye sorar. Vicente, “Benden hoşlanmadığın için” diye cevap verir. Pekala, Vicente queer olabilir. Yönetmen Pedro
Almodovar, talihsiz bir kader çizdiği Vicente’i
belki de mutlu bir sonun başlangıcında bırakır, annesinin dükkanına geri dönen
“kadın Vicente” Vera’nın, Cristina ile
bir aşk yaşamasının yolunda bir engel kalmamıştır. Ayrıca, eskiden kadın
elbiseleri diken annesini atölyesinde çalışan Vicente’in, Vera
olduktan sonra kadın elbiselerini parçalaması ayrı bir kimlik metaforu
sayılabilir.
Robert’ı köşeye sıkıştıran doktor
arkadaşına kendi rızasıyla cinsiyet değiştirdiğini söyleyecek kadar sadakatini
ispatlayan Vera’nın, Robert’a aşık olduğunu düşündüren
yönetmen, finale doğru tutkulu bir sevişme sahnesinin ardından seyircisini
yanıltır. Doktor’un getirdiği gazete sayfasında Vicente’nin fotoğrafını gören Vera,
yatak odasına gider, Robert ve Marillia’yı öldürür. Annesinin dükkanına
giden Vera, Cristina ve annesine olanları anlatır. Yeni bedenine karşı ben Vicente’im der.
Sonuç Yerine
Filmde bir
adamın istem dışı değişimine tanık oluruz. İnsanoğlunun cinsiyete ve buna karşı
oluşan şehvetini de mercek altına alan film, beden ve kimlik temaları üzerinden
ilerler. Nü tablolarla kurduğu eril bakış karşısında arzunun nesnesi olan pasif
kadını dönüştüren, Berger’in, Mulvey’in teorilerini de translaştıran Almodovar, erkeğin kadına, kadının kadına,
kadının erkeğe, erkeğin erkeğe karşı konulamaz dürtüsünün salt bedenler üzerinden
şekillendiğini tartışır.
Deleuze’den
etkilenen Queer kuram, bedeni “üretim” olarak düşünür. Beden kültür tarafından cinsiyetli bir varlık olarak üretilmiştir
(Direk, 2012:88). Deleuze’ e göre; beden, arzulayan bir makinedir; doğa çeşitli
işlevleri olan makineler arasındaki ilişkiler biçiminde tasavvur edilmiştir (…)
Her ilişki aslında yeni bir makinedir. Doğa terimi yeniden
değerlendirilmelidir. Doğa, sürekli olarak başka makinelere bağlanarak, yeni
makineleri meydana getiren bir eklemlenmedir. (Deleuze’den aktaran Direk,
2012:88-91) Cinsiyet farklılıkları çoğul, akışkan ve karmaşık bir oluş halidir.
Toplumsal
cinsiyet bedenin tekrar tekrar stilize edilmesidir; kaskatı bir düzenleyici
çerçeve içinde tekrar edilen bir dizi edimdir. Bu edimler zamanla birleşerek
töz görünümünü, bir çeşit doğal varlık görünümünü üretir (Butler, 2008:89).
Bedeni ve cinsiyeti değişen Vera, Robert’in zoruyla yeni bir cinsel
kimliğe girmesine rağmen, Butler’ın töz dediği doğal varlığına geri döner.
Almodovar bu
filmiyle sunduğu temalarda, queer teoristlerin beden, iktidar, kimlik, cinsiyet
rolleri tartışmalarına epey malzeme verir. İçine doğduğumuz beden, kimliklerin
sergilendiği yerdir, kadın ve erkek kategorileri tarihseldir, o nedenle de
değişkendir, sabit değildir. Alternatif kimlik performansları olanaklıdır. Yönetmen
erkek karakterine bir nevi kimlik faşizmi uygulatmıştır. Film tüm bunlara cevap
veremez belki ama bu konularda tartışma alanı yaratır. Biyogenetik devrim,
gizli gözetleme ve iktidar ilişkisi, dikizlenen kadın bedeni üzerinden de
okumalar yapılabilir.
Kadın ya da
erkek bedenine doğmamızla birlikte cinsel kimliğimizin maddesel sınırları
belirlenir. Ancak Butler' a göre beden
bir sonuçtur, neden değil.
Dr. Frankenstein’a sadık kalan ‘yaratık’ gibi, efendisine tutunan Vera karakteri tüm bu tartışmaların
ışığında, ‘başkalık’a açılan kapıdan geçmeyi tercih eder.
Beden değişince, insan değişir mi? sorusuna bakış açısı getiren Almodovar,
maskülen bir anlatı yapısını tercih etmiş, erkek karakter üzerinden özdeşleşme
ile öyküyü başlatmasına karşın transseksüel karakter üzerinden seyirciyi
empatiye davet etmiştir. Hitchcookyen bir gerilim ve ileri-geri gidişlerle
atmosfer sık sık değiştirilmiştir. Film ortaya attığı sorularla uzun yıllar
tartışmalara ilham verecek nitelikte Yeni
Queer Sineması’nın başarılı örneklerindendir
Kaynakça
Barkot, Z.Ö.
(2012). Almodovar’a Göre Organizmanın
Sınırları. AfrikaPazar Dergisi, sayı 378.
Beauvoir, S.
(1975). Kadın, Bağımsızlığa Doğru.
Çev. Bertan Onaran. İstanbul:Payel Yayınevi.
Berger, J. (2007).
Görme Biçimleri. İstanbul:Metis
Yayınları.
Butler, A. M.
(2011). Film Çalışmaları.
İstanbul:Kalkedon Yayınları.
Butler, J.
(2008). Cinsiyet Belası: Feminizm ve
Kimliğin Altüst Edilmesi. İstanbul:Metis Yayınları.
Direk, Z.
(2012). “Queer Kuram ve Cinsiyet Farklılığı”. Cinsellik Muamması-Türkiye’de Queer Kültür ve Muhalefet içinde
(ss.72-92), (Hazırlayanlar: Cüneyt Çakırlar ve Serkan Delice), İstanbul:Metis
Yayınları.
Harris, J. ( 2013). Yeni
Sanat Tarihi. İstanbul:Sel Yayıncılık.
Maral, E. (2004).
İktidar, Erkeklik, Teknoloji. Toplum
ve Bilim: Erkeklik. İstanbul: Birikim Yayıncılık, Güz 2004, Sayı 101.
Ryan, M. Kellner, D. (2010). Politik Kamera: Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası.
İstanbul:Ayrıntı Yayınları.
Sağlık, E. (2014).
1970 Sonrası Görsel Sanatta ‘Kadınlık’a
Dair İzlekler. İdil Dergisi , Cilt
3, Sayı 14.
Sancar, S. (2013). Erkeklik: İmkansız İktidar-Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler.
İstanbul:Metis Yayınları.
Smith, G.G.
(2012). Transgenesis, transgender is mand
the queer gaze: Pedro Almodóvar’sThe Skin I Live In. Beauty Exploring
Critical İssues , Second Global Conference 2012
session 2: Casting and Fate: Cinema, Visuals and Beauty, Oxford, United
Kingdom: Mansfield College.
Tarja, L.
(2014). Art as a Guaranty of Sanity: The
Skin I Live In. Alphaville: Journal of Film and Screen Media, Issue 7,
Summer.
Wittig, M.
(2013). Straight Düşünce.
İstanbul:Sel Yayıncılık.
Çok güzel yorumlamışsiniz
YanıtlaSil