‘ANLATILAN SENİN HİKAYENDİR HİKAYENİ BİR DE BİZDEN
DİNLE’:
GECE, MELEK VE BİZİM
ÇOCUKLAR
Esra Arslan
Esra Arslan
GİRİŞ
1993 yılında çekilen Yıldırım Türker’in
senaryolaştırdığı ve Atıf Yılmaz’ın perdeye taşıdığı “Gece melek ve bizim
çocuklar” filmi dönem açısından tartışmaya açtığı konularla “kral çıplak”
demesini bilen bir film olarak Türkiye
sinemasında yer alan etkileyici bir anlatımdır. Filmi doğru bir zemine
oturtmak için önce çekildiği döneme bir göz atmak gerekir. 1980 askeri darbesi
ardından TRT dahil bir çok kuruma baskınların yapıldığı, siyasal alanda olduğu
kadar, basın, sanat ve kültürel etkinliklere karşı ciddi bir müdahalenin
gerçekleştirildiği bir dönemdir. Cunta sonrasında oluşturulan yeni anayasa ile
özgürlükler tamamen kısıtlanmış, toplum
ve bireyler üzerinde sürekli bir baskı aracı olarak kullanılmıştır. Bu dönemde
Türk sineması da cuntanın etkisini üzerinde hisseder, birçok yönetmen, oyuncu
ve yapımcı yurtdışına kaçar, kalanlar ise dönemin ağır koşullarını üzerlerinde
hissederler. Bu nedenle 80 darbesi 70’lerde gelişmekte olan sinema ortamına
ciddi darbe vurur. Geliştirilen arabesk ve melodram furyası sinema sektörünü de
etkiler. Özellikle tv için yapılan arabesk motifli melodram filmler ciddi bir
şekilde etkisini gösterir. 80’li yılların ortalarında, cunta yönetimi yeni
anayasayı uygulayabilecek, sivil bir
hükümet arayışına girer ve Özal yönetimi
aracılığı ile neo liberal ve muhafazakar
politikaları savunan bir hükümet kurar, asker kısmi de olsa geri çekilir, fakat
yönetim üzerinde her zaman etkili olur. Kültür ve sanat faaliyetleri de ne
yazık ki bundan nasibini alır.70’li yılların birikiminden yoksun bırakılan
sinema 90’lı yılların başında küçük kıpırdanmalar yaratmaya çalışsa da sansür
kılıcının kıyımına tabii olur. Sinema sektörü 90’ların başında cılız ve küçük
adımlar ile kendini var etmeye çalıştığı gibi, STÖ’ler ve çeşitli toplumsal
gruplar 80 darbesinin etkisini üzerlerinden atmak için çaba gösterirler. “Gece
melek ve bizim çocuklar” filmi de böylesi bir politik atmosferin ardından
sinemanın normatif çizgisini aşındıran söylemeyeni söyleyen, heteroseksizm,
cinsiyet kimlikleri, ve kimlik geçişleri üzerine eleştirel bir tartışma
yürütür ve ötekiliğin, sinemadaki
temsili niteliğinde bir kurgudur. Toplumun
normlarına uymayan farklı cinsel kimliklerin buluşmasına tanık olarak kendi
ötekilik kıyafetlerini sıyırma çabalarına ya da ona maruz kalma hallerine ayna
tutmada başarılı olmuştur. Filmde yer alan karakterlerin her biri, kurmaya
çalıştıkları yol, çarptıkları duvarlar, sevdikleri, nefret ettikleri cinsel
kimlikler ve kapitalizmin zihinlere
imlediği “hayaller”i ile heteroseksizm,
bedensel inşa, kadınsı olan ve olabilecek olanların aşağılanması üzerinden
erkekliğin dönüşümü ve performatif inşa gibi
temel meseleleri düşünmeye ve tartışmaya açık birer temsil
niteliğindedirler. Bu bağlamda çalışma boyunca film ve filmde yer alan
karakterler cinsiyetin toplumsal inşası bağlamında analizine odaklanacaktır.
ÖTEKİLER IŞIĞI ARARSA…
Film ilk sahneden itibaren rahatsız
edici bir şekilde karakterleri belirsizleştiren, karanlığa gömen aydınlatma
sahneleriyle ötekileştirmeyi, baskı altında kalmayı betimleyen bir evren sunar
bize. Loş, kasvetli mekanların sunumu
köşeye sıkışmış insanların tehlikeli hayatlarının öyküsünü anlatacağını haber
vermektedir. Fotoğraf kareleri ve arka plan konuşmalar heteronormatif
düzenin yaman çelişkisini sunar. Nefret
ettiğini arzular; arzuladığından ise
nefret eder. Büyük bir arzu ve nefret şirketi olan Beyoğlunun arka sokakları aynı
zamanda bir savaş alanıdır da… 1993 yılı Ülker sokak olaylarının en yoğun
yaşandığı yıllardır ve dönemin emniyet müdürü Celalettin Cerrah Beyoğlunu bütün
“pislik”lerden temizlemeye kararlıdır. Mahalle sakinlerinin rahatsızlığını
bildiren dilekçelerle travesti ve translara ait evler basılır, mühürlenir,
translar sokağa atılır ve sokak ortasında hunharca darp ediliyorlardır.
Film bu görüntülerle başlar: ışıklı, sazlı sözlü, şen kahkahalı; bütün bunların
arasında polis anonsları, çığlıklar ve cop şakırtıları…
Bir seks işçisi, travesti, orta yaşlı bir “fahişe” ve biseksüel’in
karşılaşmaları ve kimlikleriyle varolma çabasını konu edinen film gecenin,
tehlikenin ve ötekiliğin kesiştiği bir anlatıya dönüşmektedir. “Anası satılan
babası ağlayan” tüm kimlikler bu filmde gerçekle hayal arasında bize
kendilerini sunarlar. Yönetmenin toplum tarafından dışladığı öteki kimlikleri
“bizim çocuklar” olarak sunması da izleyici karşısında tarafını belli eder. Gündüz
çekimlerinin çok az yer verildiği filmde sadece Serap ve Hakan karakterini
gündelik kıyafetlerle toplumda yaşayan sıradan bireyler gibi görürüz. Yönetmen,
Beyoğlu’nun karanlık, tehlikeli atmosferi içinde sunulan ana karakterleri toplumun
kötücül algısını bozuma uğratmak için vicdan muhasebesi yapan, iyi, yaşam
uğraşı veren kahramanlar olarak vermekten çekinmemiştir.
Fulya ve Serap’ın yolları bir gece baskınında kesişir.
Çanakkale’den İstanbul’a yeni gelmiş olan travesti Fulya’nın ne parası ne de kalacak yeri vardır ve Serap’ın kapısında saatlerce
beklemiştir. Serap gerçekten gidecek bir yeri olmadığını düşünerek Fulya’yı eve
alır. O geceki kısacık sohbetten ve kapı aralığından Serap’ın paraları sayıp bir
kutuya saklamasından bu alemde çok para kazanmanın amaç olduğunu anlarız. Zaten
Serap’ın “çok param olacak” replikleri ve Hakan’a anlattığı lüks hayal de bunu
destekler. Bir gece sonra da yine bir baskından Fulya’nın Serap’ı kurtarması
ile Rekabet ve dayanışmanın, kavganın ve
birbirini kollamanın, dayanışmanın iç içe geçtiği yaşamlarına tanık oluruz.
Fulya
filmdeki zor karakterlerden biri olarak
feleğin çemberinden geçen trans bir bireydir. Öyle ki gece hayatındaki çalışma ortamlarından bile dışlanıp barlara
alınmayan madun bir kimliktir. “Yaşadığım yerde evlenmeseydim, kara sevdaya tutulmuş
ondan evlenmemiş derlerdi ve kimseye durumumu çaktırmadan yaşar giderdim" diyen Fulya “çaktırmadan yaşayıp gitme” durumuna rest çeken,
bedenine yapıştırılmak istenenlere isyan edip toplumsal cinsiyet normlarını ihlal eden bir
öteki kimliktir. Joan
W. Scott (2007) “Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi”
adlı çalışmasında toplumsal cinsiyeti, erkeklerin ve kadınların öznel kimliklerinin
sadece toplumsal kökenlerini belirlemenin bir yolu olarak bedene zorla kabul
ettirilmiş bir toplumsal kategori olarak ifade eder (ss.11). Connell’a (1998) göre ise
Toplumsal cinsiyet insanların eril ve dişil olarak üremeye dayalı bölünmesi
kapsamında ya da bu bölünmeyle bağlantılı olarak örgütlenmiş bir pratiktir… Bu
kavrayışta toplumsal cinsiyet bir nesne olmaktan çok süreçtir (190-191).Butler ise toplumsal cinsiyetin bir ilişki biçimi olarak sahip olunan şeyden ziyade "bir yoksunlaşma, ele geçirilme tarzı, bir başkası için ya da bir başkası sayesinde olma olma şekli" (2013: 39) olduğunu ifade eder. Bu bağlamda "yoksullaştırılmış" ve "oluşturulmuş" kimliğin tehlikeli sularında gezen Funda da bir gece baskınında saçlarını kazıyan polisler karşısındaymış gibi “ kesin saçımı kesmekle erkek mi olacağımı sandınız?
Başıma çarşaf bağlar salına salına gezerim.”, “Ne oğlumu kızım diyeceksin
kızım!” cümleleri eşliğinde kahkahalar atar bir yandan da haykırır. Baskıya direnmenin ifadesidir bu… Judith
Buthler toplumsal cinsiyetin heteroseksizme karşı bir mücadele aracı olarak
konuşlanmasının performatiflik üzerinden
etkili olacağını ifade eder (akt.Özkazanç, 2015:25). Böylelikle failin “bizzat
yaralanmadan türetildiği ve böylece yaralanmaya karşı çıkıldığı yaratıcı veya
altüst edici bir kültürel mücadeleyi öne çıkarır ki performatif siyaset” in (Özkazanç,
2015:39) kendisi de buna işaret eder.
Fulya da kendi yaralanmasını altüst ederek kimliği yenidien inşa etme çabasını
gösterir. Çanakkale’den geldiği zaman varolan Fulya ile “Ne oğlumu kızım
diyeceksin kızım” söylemini var eden Fulya kimliğin performatif inşasında
kısmen de olsa faillik rolünü üstlenir. Toplumun “erkeksi” olmayanı yok
etmesine bir itirazdır bu, Fulya karakteri kadınlığın ve erkekliğin hem boş hem
de dışına taşan bir kategori olduğunun temsili gibidir. Polislerin trans
bireylere nefreti ise bu sistemin heteronormatif nefretidir. Wittig (2013) bu bağlamda
“Cinsiyet kategorisi totaliter bir kategori olduğundan, varlığını yanıtlamak
için kendi engizisyonlarını, adliyeleri, mahkemeleri, yasaları, terörü,
işkenceleri, sakatlamaları, infazları ve polisleri vardır” der (ss.41).
Devlet bu totaliteriteyi sağlamak için her türlü baskı ve zoru kullanır.
Nitekim film boyunca gecenin karanlığına sıkışmış madun kimlikleri tehdit edercesine
siren seslerini duyarız. Sürekli enselerinde hissettikleri bir sestir bu. Fulya
karakteri aracılığı ile tüm toplumsal cinsiyet rejimi ve kurumları fulya gibi
normun dışına çıkmış kadınlar, Lgbt bireyler ve farklı cinsel kimlikleri aforoz
eder, Rene Gerard “ötekinde olduğu sanılan her türlü fantezi ve suçlama aslında
toplumun kendi arzularıdır” demektedir. Çünkü
arzu bir koku gibi etrafa yayılan bir şeydir; kendileri de bu arzuyu yaşamak
isteyip içine sıkıştırıldıkları roller ve her gün duydukları aşağılama
ifadelerinin kendilerine de yöneleceği korkusu ile bu arzudan kaçmak isterler, bunu bir iç çatışmaya ve bunu yaşayanlara öfkeye
ve nefrete dönüştürerek zor ve şiddet uygularlar. Hegel bunu şu şekilde dile getirir:
…bilinçte başka bilinçlere karşı temel bir düşmanlık
bulunduğunu gördüğümüz an, her şey
aydınlığa kavuşmaktadır; bir özne, ancak başka öznelere karşı çıkarak ortaya
koyar kendini; temel varlık kendini olumlamak, öteki varlığı ise temel olmayan
varlık nesne durumuna sokmak ister (akt.Beauvoir, 1993: 18).
Fulya da bu tehditi, üzerine
giydirilmiş bedeni ve mesleği dolayımı ile üzerinde hisseder. Filmin
açılışındaki kesitlerden filmin bitişine kadar zaman zaman duyduğumuz kahkaha sesleri tehdide meydan okumanın temsilidir. Bu bağlamda Fulya normalliği kuran işleyişin bedensel
bir karşı temsilidir. İktidarın olmasını istediği kimliğe dönüşmeyi reddeder ve
elbisesi ona uymadığı için elbiseyi kendine uydurmaya çalışır. Fulya başına
gelecekleri bilenlerin vakur tavrıyla bekler, örselenir, kovulur, şiddetin her
türlüsüne uğrar, fakat “toplumsal iktidarı elinde tutanların kabul etmeyi
arzuladığı şeyin bir tanımı” (Connel,1998: 83) olmayı kabul etmek yerine direnmenin
sınırlarında dolaşır. Karakolda polis tarafından saçlarının kesilmesinin ardından
Serap’ın evine dönen Fulya haykırarak “Kadınım kadınım! Var mı bir diyeceğiniz”
meydan okuması ile Butler’ın “Tabiyet
yalnızca iktidar tarafından madun bırakılma sürecini değil, aynı zamanda özne
olma sürecini de ifade eder” (1995:10) sözlerini hatırlatır.Bu bağlamda "arzunun ve fiziksel yaralanabilirliğin mevkii olan hem kendini ortaya koyan hem de maruz kalan kamusal aleniliğin mevkii olan bedenlerimizin yaralanabilirliği " (Butler,2013: 36) Fulya aracılığıyla işlenir ve madunun failliğine işaret eder. Film boyunca
sokakta, evde, sahnede yinelenen erkek şiddetine de tanık olmaktayız. Erkekler,
“Erkekliği heteroseksüel iktidarın öne çıkarılması düzeyinde kadınlıkla taban
tabana zıt bir biçimde oluşturan ve bir yandan kadınları cinsellik nesnesi, erkekleri
cinsel arzunun öznesi olarak belirleyip bir yandan da seksi günah olarak
görmeye devam eden…”(Segal, 1992: 307) bir itki ile bu şiddeti uygulamaya devam
eder. Fulya
ve cinsiyet kategorilerinin dışına çıkan diğer kimlikler de heteronormatif
düzenin şiddetinden nasibini alır. Beden de bu şiddetin uygulanışının bir aracına dönüşür. Bu doğrultuda "bizi başkalarının bakışına olduğu gibi dokunuşuna ve şiddetine de maruz bırakır...bütün bunların faili ve aracı olma tehlikesine sokar" (Butler, 2013: 41).
”Orospuluk”
ve “Seks İşçiliği” Arasında Melek ve Serap
Fulya ile yolları kesişen Serap seks işçiliği yaparak para kazanan sıkıştırıldığı alanı en geniş biçimde
kullanabilen ve “işin raconuna göre davranan” ekonomik özerkliğini kısmen
sağlamış bir kadındır. Filmin başında
Fulyaya parasını kaptıran Serap, Fulya ile hesaplaşmak için müdahele eden
Hakan’a “sen karışmasana lan” diyecek güçtedir. Eve getirdiği müşterinin para
ödemeyi reddetmesi üzerine Melek gözünü karartır ve adamın üstüne yürür diğer
yandan da Fulya adamı sıkıştırır ve pazarlıktan daha fazlasını alarak Serap’ı
adamın elinden kurtarırlar. Bu sahne pezevenksiz, patronsuz bir seks
işçiliğinin özlemi gibidir sanki. Zaten Serap bir sahnede “başımda bir erkek
olsun istemezdim ama tek tabanca da yürünmüyor” der. Aralarında kurdukları dayanışma
bağı yine de onların kendi yaşamlarının
peşine düşmekten alıkoyamaz, zengin olmak için seks işçiliği yapan Serap bir
nevi zorla “kötü yol”a düşürülmüş “hayat kadını, orospu” imgesinin karşı
temsili gibidir. Hakan’ın kendisine bu işi bırakıp evlenmesini teklif ettiğinde
“kudurdun mu sen?” diyerek dalga geçer ve “Ben herkesin evlendiği gibi evlenmeyeyim diye
bu hayata girdim” der. Sınıf atlama
hayalleri kurarak biriktirdiği paralarla müşterisi Remzi gibi Divan otelde şaşalı
bir doğum günü partisi yapmayı hedefler. Divan otel arka sokaklardaki üçüncü
sınıf , ucuz, ve basit mekanların yanı başında
üst sınıfın mekanı olarak temsil edilirken bu temsiller iç içe fakat
ayrı verilmiştir.Kimisinin su gibi para harcayıp doğum günü partileri yaptığı
mekanın yakınlarında sınıf altı kimlikler de hayat mücadelesi vermektedirler
polis, siren sesleri kovalamacası içinde…Farklı tabakalardan temsiller aynı
mekan içine yerleştirilmiştir. Serap’ı,
filmin sonunda paraları saydıktan sonra kaybolduğunu görmekteyiz fakat
yine Fulya’nın dediği gibi gidecek bir yeri yoktur ve yine o dar hayatın
içindedir. Sevdiği erkekle birlikte ile beraber çok büyük bir gelecek hayali
yoktur ve geçici olarak sevgisini yaşamak
ister. Serap Hakan’ı kendi evinde sevgilisi Mehmet’le yakalar. Onu başka bir
erkekle görene kadar da onun cinsel kimliğini bilmemektedir. “Sen benden de
orospuymuşsun” diyerek aşağıladığı Hakan’ı terk eder ve bir süre sonra da
hayallerini gerçekleştirmek için Adana’ya gider. Sonunda ışıklı yıldızlı o zengin hayata
kavuşur. Ama o hayata gitmeden önce geçmişine Beyoğlu’na gelir ve Melek’i yerde
bulur, arkasına bakmadan yürür. Geçmişini orada bırakan Serap bir zamanlar
dayanıştığı arkadaşlarına ve eski sevgilisi Hakan’a da aynı soğuklukla
mesafelenir. Serap’ın Adana’ya gitmeden önce Fulya ve Melek’e evini açması,
yeni bir aile bağı! ile birbirlerine
bağlanmaları ve kurdukları dayanışma ardından Serap’ın geçmişini terk
etmesi “Serap öldü Yaşasın yeni Serap!”ı
haykırır gibidir.
Deniz Türkali tarafından canlandırılan Melek
karakteri ise eskiden pezevengi, dostu, sevgilisi şimdi ise
ona ölesiye düşman Osman’ın kapısına dayanmış ve her defasında Osman’ın adamları
tarafından dışarı atılmış eski bir “fahişe”dir.
Feleğin çemberinden geçmiş, gençliğini ve güzelliğini yitirmiş Melek, Osmanı
bıçaklamaktan hapse girmiş ve gidecek bir yeri yoktur. Ondan hem nefret eder
hem de sever. O da Serap’ta kalır. Melekle Osman ilişkisi bu sömürü düzeninin
de aynasıdır. Osman hali vakti yerinde zengin bir “pezevenk” iken emeğinden
bedeninden para kazandığı Melek şimdi kimsesiz ve sokaktadır. Ve kadınlar için güvenli olmayan bu sokaklar
yaşamdan son umudunu alamayan bütün direnme silahlarını indirmiş bir fahişe
için hiç mi hiç güvenli değildir. Eski koğuş arkadaşı Sabahat’in yanına gidip yeni bir yaşam kurabileceğini
uman Melek’e ders veren kişi, “kendini kaptırmayan bilinçli” solcu bir aile
babası olmuştur. Başına eşarbını takarak geçmişini bir anlamda geride bırakma
çabasındaki Melek eşarbın altındaki sarı saçlarını kapatamamıştır, zaten bir
daha da eşarplı görmeyiz onu. İnsanın içine girdiği yolun kendi seçimleri
yoluyla çizildiğini ifade eden aile babası, “özgür irade” nin kötü sonuçlarına
kişinin katlanması gerektiğini ima eder ve onuruna sahip çıkmaya davet eder. Bu
sahne Sosyalist hareketin içinden gelen
bireylerin mücadele verirken kendi erkekliklerini ve ahlakçı anlayışlarını
sorgulamadıklarını gösteren bir temsilken aynı zamanda “kadınları ve çocukları
çaresiz ikinci sınıf konumuna düşüren, değişmez ve katıksız heteroseksüel
erkekliğin” (Segal, 1992 :135) yaşatıldığı kurum olan çekirdek ailenin
eleştirisi niteliğindedir. Wolf’a (2012) göre kapitalist toplum çekirdek aileye ve onu
meşrulaştıran ideolojiye dayanır. Bu ideolojik ilkeler arasında sadece aileyi
pekiştirmekle kalmayan ama işçiler ve ezenler arasında ayrımları belirleyen ve
davranışlarımızı kontrol eden gerici cinsel fikirler- toplumsal cinsiyet normları
da dahil olmak üzere-vardır (ss. 39). Solcu baba ev içindeki aile bireylerini kontrol etmekten
hatta misafir olarak gelen Melek’ e nasihat vermekten imtina etmez. Melek’in ayrıldığı
günün ağırlığı bütün yıllarının ağırlığını da alıp omzuna çöker. Evden ayrılıp karanlığa akarken akıbetinin ne olacağını
bilir gibi oluruz. O gece dört ayyaş tarafından bir izbede saldırıya uğrar
ve tecavüze uğrar. Tecavüze uğradığı yer
mekanın kokuşmuşluğunu bir anlamda yansıtan
izbe bir çöplüktür. Meleği almak için karakola giden Serap’ın olayın
faillerini sorması karşısında polis amirinin “O izbelikte, o saatte, tek bir kadın
ne olacaktı yani… sözleri sistemin
hakim bakışını gösterir. Melek’in çığlıkları karşılık
bulamayınca Bir süre sessizliğe gömülür. Brownmiller
bu konuda “erkekler arasındaki bağın ilk
biçimlerinden biri şüphesiz çete halindeki bir gurup çapulcu erkeğin bir kadına
toplu halde tecavüz etmesidir. Böylece tecavüz sadece erkeklere özgü bir
ayrıcalık olmakla kalmaz erkeğin kadına karşı kullandığı temel silahı, erkeğin
isteminin, kadının korkusunun temel unsuru olur.” (Akt.Segal,1992:287). Zaten
tecavüz olgusu tüm erkeklerin tüm
kadınları korku içinde tutmalarını sağlayan bir sindirme
süreci…”(Connel,1992:87) olarak işlevini yerine getirir ve “gece”nin neredeyse
bir homososyal erkek mekanı olarak
kurgulanışı erkeksi olmayan tüm kimliklere bu korkuyu imler. Polisin Melek’in
tecavüze uğraması sonucu ettiği sözler bu korkunun duyulması gerekliliğinin
altını çizer. Fulya ve Serap’ın
sevgisi onu bir süreliğine iyi eder; Serap’ın
gitmesiyle iyice kendini kaybeder ve yine bir gece Osman’ın kapısına dayanır ve
Osman tarafından bıçaklanır -İntihar desek daha doğru olur- ve bıçağın üstüne doğru atar kendini. Sokakların ve gecelerin kanunudur; kimse katili görmemiştir, kimse ne olduğunu
bilmiyordur.
Kimliğin
Performatif Hali: Hakan
Hakan film
boyunca kimlik geçişleri, düzenin heteronormatif örüntülerini taşıyan keskin
fakat kırılgan karakterlerden biridir.
“Normlar toplumsal hayatta bedenleri birbirinden ayıran ve ilişkilendiren
akışları, alışverişi sağlamakla kalmazlar; bazı bedenleri özneleştirir,
diğerlerini özne olmaktan çıkarırlar” (Direk, 2012: 73).Wittig’e (2013) göre ise
heteroseksüel toplum, her düzeyde ötekinin- farklının gerekliliği üzerine kuruludur….Heteroseksüel
toplum yalnızca lezbiyenleri ve eşcinsel erkekleri ezen bir toplum değildir,
başka pek çok öteki-farklıyı da ezer, bütün kadınları ve çok sayıda erkek kategorisini, tahakküm altındaki herkesi
ezer (ss.60-61). Hakan da bu toplumun heteronormatif kıskacı altında şekillenen
biri olarak biseksüel olmasına rağmen
eşcinsellerden, ibnelerden nefret ederek, Arif’in onu öpmesine bile tahammül
edemeyerek iğrenir, bir anlamda bu tam da
kendinden kaçmanın nefretidir. Bu nefret zaman zaman fiziksel şiddete dönüşür- Antony
Easthope’un da belirttiği gibi “erkeklik düşmanları tarafından kuşatılmıştır:
İçte kadınsılık ve eşcinsel arzu inkar edilmelidir: dışta kadın ve kadınsılık
ikinci konuma düşürülmeli ve orada tutulmalıdır” (akt. Segal, 1992: 132). Hakan da kendi erkeklik konumundan düşmemek
için kimliğini saklamanın bir yolu olarak biseksüel kimliğini dışlamayı seçer.
Aksi takdirde erkekliği-sakatlanacaktır, benliği zarar görecektir. Freud
“dışlama”nın “ben”i yarattığı süreci şu
şekilde dile getirir:
Ama yasaklamanın özdüşünüm döngüsü dışında bir başka düzeni daha
vardır. Freud bastırma [repression] ile dışta bırakmayı [foreclosure]
birbirinden ayırır: Bastırılmış arzu maruz kaldığı yasaklamadan ayrı olarak
yaşanmış olabilir, ama dışta bırakılmış arzu haşin bir şekilde engellenerek,
bir tür tedbir amaçlı kayıp yoluyla özneyi kurar. Bir yerlerde, eşcinselliğin
dışta bırakılmasının, öznenin bazı heteroseksüel versiyonlarına temel oluşturduğunu
belirtmiştim. Aynı cinsiyetten olduğum birini "asla sevmedim" ve
böyle birini "asla kaybetmedim" formülleri, "ben"i o sevme
ve kaybetmenin "asla-asla"sındaki "ben" haline getirir (Akt.Butler,2005:
29).
Scott’a (2007)
göre Erilliğin temel prensibi dişil yönlerin-öznenin potansiyel
biseksüelliğinin-baskı altına alınmasına dayanır ve eril-dişil karşıtlığını
çatışmaya sokar. Bilinçaltında varlığını sürdüren bastırılmış arzular sürekli
olarak toplumsal cinsiyet özdeşleşmesinin istikrarına bir tehdit oluşturur (ss.
28). Bu tehdidi püskürtmek ise “kadın- erkek
karşıtlığına dayanan ve bunun dışında kalanları sistemden dışlayan biyolojik ve
toplumsal cinsiyet algısını yeniden üreten heteronormativite” yardımı ile
gerçekleşir. (Çakırlar, Delice, 2012:11). Güç akıl, saldırganlık, rekabet ve
çatışma gerektiren erkeklik mefhumu, kimliğini ve sevgilisi Serapla olan
ilişkisini tartan bir terazi gibidir. Connel’ a (1998) göre iktidarın meşru göstergesi olan
otorite, toplumsal cinsiyeti barındıran iktidar yapısında, erkeklikle
ilişkilendirilen ana eksen olarak tanımlanabilir (ss. 152) İktidar ipinin elinden
kayabileceği düşüncesi, Hakan için bir “erkeklik kaybı” dır. Zayıflıktan dayanıklılığa, acizlikten sorumluluğa,
bağımlılıktan bağımsızlığa geçmeyi gerektiren erkeklik bir “imkansız iktidar”olarak
erkekliğin “şanını” yükseltmeyi ister. Bir yandan Serap’ın isteğiyle
Serap’ın pezevengi olmaya çalışır; ama onu sahiplenen ve kıskanan Hakanın “pezevenkliği”
güçlülük duygusu hissetmesini sağlayan erkekliğine zarar verir, bu duruma
katlanmakta zorlanır. Öyle ki sokakta seks işçiliği yapan Serap’a yolda biri
baktı diye adamla kavgaya tutuşur , “gavat’ sözünden de hiç haz etmemiştir
zaten. Tam bir “sürüne sürüne erkeklik” halidir yaşadığı... Hakan’ın Kendisine
mübah gördüğü “uçkuru gevşek cinselliği kadınlara yasaklayan “çifte standardın”
… daha fazla arzuyla hiçbir ilgisi
yoktur ; ama daha fazla iktidarla her tür ilgisi vardır (akt. Connel, 1992:
158). Serapla olan çatışmalı ilişkisinde elde
etmeye çalıştığı erkeklik konumuna ulaşmaya, çabalar. Kendi deyimi ile “öyle
kolay kolay ağlamayan” biridir. “Erkeklik sürekli kazanılan, kaybedilme
tehlikesi her an var olduğu için nihai olarak asla elde edilemeyen bir
statüdür. Böylece bir erkeğin erkekliğini ispatlaması erkekliğini kaybetmeyle
ilgili sürekli bir kaygıyı beraberinde getirir” (Kandiyoti, 2011: 82). Hakan bu kaygıyı oldukça yoğun yaşamaktadır. Öyle
ki sokakta Serap’ı çalıştırmayacak onunla evlenecektir; ama Serap öyle bir
evlilik istemediği için bu hayatı seçmiştir.
Toplumsal cinsiyetin kendini var ettiği cinsiyetçi
söylemler de zaman zaman filmdeki tüm karakterlere yansımaktadır. Serap evine aldığı müşterinin
parayı ödememesi üzerine “Bu yaptığın erkekliğe sığar mı diyerek kadınların
da eril tahakküm ilişkileri içinde
mevcut söylemleri, stratejileri kullanarak erkeklik konumu güçlendirdiğini,
hatta var olan yapıyı yeniden üreten bir konumda olduklarını gösterir. Bu
bağlamda Simone de Beavouir’in “kadın doğulmaz kadın olunur” sözü “başladığı
veya bittiği söylenemeyecek bir oluş, bir inşa ediş”e
(Sancar, 2009: 88) gönderme yaparak
tüm cinsiyet kimliklerini saran sosyo kültürel bir kurgu olduğunu yorumunu çıkarmamıza yardımcı olur. Serap’ın Hakandan
tokat yedikten sonra tuvaletteki kadına, Hakan’la atışmaları sırasında
birbirlerine ettikleri küfürlerde, Hakan’ı aşağılamak için kullandığı “ibne”
gibi ifadeler kullanması da “dilin , masum ve
yansız bir olgu değil, egemen ideolojinin anlam yüklemeleri ile donanmış ve
onun sürdürülmesinde önemli rol oynayan bir araç” (Berktay, 1994: 12) olduğunu bu aracın bütün kimlikler üzerinde
etkisi olduğunu gösterir. Dolayısıyla insan sadece dil ile iletişim kurmaz,
dildeki yapılar onun bilincini de oluşturmasına katkı sağlar. Wittig ise söylemlerin normatif cinsiyet katogorilere
karşı kendi kategorilerimizi yaratma olasılığını olumsuzlayarak normun
söylemleri dışında konuşmanın engellendiğini söyleyerek bilincin verili kodlar
üzerinden heteroseksist inşasına söylemi
de dahil eder (2013: 24).
Hakanın film
sonunda durduğu konum kısmen de olsa kimliğin performatif inşasının bir temsili
gibidir. Butler “Cinsiyet belası” adlı eserinde performatif inşayı şu şekilde
ifade eder: “Bedensel
hareketler, edimler ve arzu performatiftir. Dışa vuruyormuş gibi yaptıkları öz
veya kimlik aslında bedensel işaretler ve diğer söylemsel yollarla imal edilen
ve sürdürülen üretimlerdir. Toplumsal cinsiyetli bedenin performatif olması
demek, gerçekliğini teşkil eden çeşitli edimlerden ayrı bir ontolojik statüsü
olmaması demektir (2008:224). Bu
bağlamda kimlikler, belirli pratikler ve ilişkiler yoluyla ortaya çıkan, cinsiyetin varoluşunu biyolojiye dayandırmayan, kimliğin
varoluşunu bir müzakere ya da mücadele alanı olarak konumlandıran anlamı
yeniden icra eden akışkan ve dönüşüme açık bir kurgudur. Özsel sabit
kategorilerle açıklanamayacak durumda olan
kimlikler tahakküm ve direniş
ikiliği içinde öznelik kazanmak için tekrarlar yolu ile eyleyerek inşa edilir.
Butler “Kırılgan hayat yasın ve şiddetin gücü” adlı çalışmasındaki ifadeleri de
bunu doğrular niteliktedir:
… Eğer senin tarafından allak bullak edildiysem, demek ki sen zaten
bendensin ve ben sensiz hiçbir yerdeyim. Önce tercüme etmeye kalkışıp, sonra
seni tanıyabilmem için kendi dilimin kırılıp boyun eğmesi gerektiğini görerek
“sana” nasıl bir tarzda bağlı olduğumu bulmadan “biz”i bir araya getiremem. Sen
benim bu yön şaşkınlığı ve kayıp üzerinden kazandığım şeysin. İnsan tekrar
tekrar böyle varlık olur işte, henüz tanımadığın şey olarak.”(Butler, 2013:
63).
Filmin sonunda Hakan’ın
eril, homofobik tutumlarının değişerek Fulya’ ya yönelmesi ve birlikte gecenin
karanlığında birbirlerine sarılarak ilerlemeleri şimdiye dek zırh içinde
sakladığı kimliğin dışarıya sızdığını ve kendini kurduğu gösterir. Sürekli ispatlamaya
çalıştığı erkekliği de kimi zaman bozulan kimi zaman tekrarlar yolu ile kurulan
bir süreçtir. Fakat bu süreç Hakan’ın ya
da failin bilinçli olarak üstlendiği bir konum değildir. Erkekliği de bu
akışkanlık içinde zarar görmüş, aşınmış ve dönüşüme uğramıştır. "Bir anlamda aynı anda hem başkalarının eylemlerine maruz kalıp hem de eyle"nilen (Butler,2013: 32) bir süreçle kazanılan bir kimliğe dönüşür.
Sınıf ilişkileri de iktidar ilişkilerinin onanmasını ve meşruyetini
sağlamlaştıran bir olgu olarak filmde yer alır. Sokakta yer yer kaplan kesilen,
canı istemediğinde işe çıkmayan, Hakan’a ve diğer erkeklere racon kesebilen
Serap, Remzi’ ye aynı tepkilerle yaklaşmamış, imrenme duygularıyla Remzi’nin
onu aldığı yere sessizce bırakılmıştır. Filmdeki ikili güç ilişkilerinde baskın
karakter aynı zamanda zengindir de. Mehmet ise zaten madun erkekliği temsil
eden bir entelektüel olması itibari ile zengin biri olmasına rağmen cinsel
kimliğinden dolayı “pasif” sakin güçten azade bir karakter olarak karşımıza
çıkar. Filmde heteroseksüel cinsel birliktelik sahnelerine tanık olduğumuz
halde iki erkeğin, trans bireylerin
–Hakan ile Mehmet’in birlikteliğini- ekrana yansımasından imtina
edilmesi de yönetmenin dönem itibari ile karşılaşmaktan çekindiği homofobik basıncın
etkisi midir sorusu düşünmeye değerdir.
SONUÇ
Wittig, (2013) "ezilme bilinci yalnızca ezilmeye karşı bir tepki, bir mücadele
değildir, Bu toplumsal dünyanın kavramsal bir yeniden değerlendirilmesidir
(ss.18) der. Cinsiyetin toplumsal inşası da özne/ fail ve madun/öteki
üzerinden performatif sürekliliği zaman zaman kesintiye uğrayarak ilerleyen
tekrarlar, süreklilikler ve geçişkenlikler üzerinden eylenen bir “kavramsal
yeniden değerlendirme “ durumudur. Gece, Melek ve Bizim çocuklar karakterleri kimliklerin
karşılaştığı bu müzakere ve mücadele alanında , “yeniden değerlendirme” nin
yolunu aralama çabasında zaman zaman yolunu kaybeden madun ve direnen kimliklerdir. Bu çalışma “Toplumsal tahakküm
sisteminin bütününü haklı çıkarmaya yarayan kültürel bir inşa” (Wittig, 2013:
84) olarak heterokseksizmin
doğallaştırılmış ve tarihsizleştirilmiş cinsellik anlayışına karşı
çatlaklar yaratmayı kısmen de olsa başarmış karakterler aracılığı ile kurulan filmi cinsiyetin toplumsal
inşası üzerinden tartışmayı dert edinmiştir. Erkeklik, heteronormativite,
performatif inşa ve sınıf meselelerini sinemaya taşıyan yönetmen Atıf Yılmaz ve
Senarist Yıldırım Türker’ in 90 lı yılların politik atmosferinde ortaya
koydukları film ile tahakküme direnen
kimlikler üzerinden “anlatılan senin hikayendir, Hikayeni bir de bizden dinle”
(akt. Özkazanç,2013: 204) dedikleri bir eyleyişe dönüştürme çabasına tanık
oluruz.
KAYNAKÇA
Berktay, F. (1994) Türkiye'de kadın hareketi tarihsel bir deneyim, 1-4 Kasım 1991'de Frauen-
Anstiftung Tarafından Düzenlenen Toplantı Tutanakları, Çev. Meral Akkent, İstanbul: Metis Yayınevi
Anstiftung Tarafından Düzenlenen Toplantı Tutanakları, Çev. Meral Akkent, İstanbul: Metis Yayınevi
Butler, B. (1995). İktidarın psişik Yaşamı, Çev. Fatma
Tütüncü, İstanbul: Ayrıntı Yayınevi
Butler, B. (2008). Cinsiyet Belası: Feminizm ve kimliğin alt
üst edilmesi. Çev. Başak Ertür, İstanbul: Metis Yayınevi
Butler, B. (2013). Kırılgan hayat, yasın ve şiddetin Gücü, Çev.
Başak Ertür, İstanbul: Metis Yayınevi
De Beauvoir, S. (1993).
Kadın, ikinci cins I: Genç kızlık çağı, Çev. Bertan Onaran, İstanbul: Payel
Yayınları.
Connell,R.W. (1998). Toplumsal cinsiyet ve iktidar, toplum, kişi ve cinsel politika, Çev. Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınevi
Connell,R.W. (1998). Toplumsal cinsiyet ve iktidar, toplum, kişi ve cinsel politika, Çev. Cem Soydemir, İstanbul: Ayrıntı Yayınevi
Direk, Z. (2012).
Queer kuram ve cinsiyet farklılığı, Cinsellik
Muamması içinde, Ed. Cüneyt
Çakırlar, Serkan Delice, İstanbul: Metis Yayıncılık
Kandiyoti,
D. (2011). Cariyeler, bacılar, yurttaşlar.
İstanbul: Metis Yayıncılık.
Sancar,
S.(2009). Erkeklik: imkansız iktidar ailede, piyasada ve sokakta erkekler, İstanbul: Metis Yayıncılık.
Scott,J.W. (2007). Toplumsal cinsiyet: faydalı bir
tarihsel analiz kategorisi.
Çev.Aykut Tunç Kılıç, İstanbul : Agora Kitaplığı
Segal, L.
(1992). Ağir çekim, değişen erkeklikler,
değişen erkekler. çev. Volkan Ersoy, İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Wittig,
M. (2013). Straight düşünce,
Çev.Leman Sevda Darıcıoğlu ve Pınar Büyüktaş, İstanbul: Sel Yayıncılık
Wolf,S. (2012). Cinsellik ve sosyalizm, Çev. Kıvanç
Tanrıyar, İstanbul: Sel Yayıncılık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder