21 Ocak 2015 Çarşamba


ORHAN OĞUZ’UN ‘DÖNERSEN ISLIK ÇAL’ FİLMİ

      

                                                                                         Beril KIZILTUĞ*

         

    1980’lerde başlayan tüm değerlerin eskisi gibi olmayacak bir şekilde farklılaşma süreci 1990’larda da devam etmiştir. Ekonomik ve politik alandaki gelişmeler toplumu derinden etkilerken; sinema alanında ise 90’ların çehresine uyan birtakım yeni oluşumların kendilerine yol buldukları görülmektedir (Pösteki, 2005; 30).

     70’lere kadar Yeşilçam üç ana eğilimden etkilenmiştir: Ticari filmler, ulusalcılık ver gerçeklik. 70’lerde ise toplumcu gerçekçilik etkili olurken, 12 Eylül sonrasında ise toplumsal muhalefet susmuş; iç hesaplaşma, bireycilik ve fantazya ön plana çıkmıştır. Sinemada İslami filmlerin sayısı artmış, cinsiyetçilik, ‘marjinaller’, muhaliflerin iç hesaplaşmaları filmlerde kendilerine yer bulmuştur. Ancak sinema hiçbir zaman gündemin önünde bir öncü konumunda olamadığı gibi daha çok etkilenen pozisyonunda kalmıştır (Ünal’dan akt. Pösteki, 2005; 30). Türk sineması, altın çağını yaşadığı 70’lı yılların ortalarına kadarki bir zamandan sonra bunalımlarla varolan bir sektör haline gelmiştir. 1990’lara başlanırken öldüğü söylenen, umut kesilen bir görünüm arzetmektedir. Türk Sineması varolabilmek için yeni yollar, yeni isimler denemeye girişmiştir. ‘90’ların başında Türk sineması seyircisini kaybetmiş batık bir sektör konumundadır. Bu durum piyasaya yeni giren yetenekli gençlerin varlığına rağmen böyledir. Sinemacılar filmlerini kendi çabaları ile meydana getirmektedirler. Bu nedenle de seyircisi olmadan üretilen filmleri Türk Sineması’nın bir parçası saymak mümkün değildir.’ (Agah’dan akt. Pösteki, 2005; 51). Bu yıllarda pek çok türde film seyircisiyle buluşmuştur. Kadın, çocuk, gerçek yaşam öyküsü, aşk, güldürü, tarihsel melodram türünde birçok film çekilmiştir. Köyden kente göçün eski hızını kaybettiği ve göç edenlerin de kentle bütünleştikleri 90’lı yıllarda köyler unutulmuş, artık kentten kaynaklanan sorunlar ön plana çıkmıştır.

 

 

 

*Mersin üniversitesi radyo sinema ve televizyon bölümü yüksek lisans.

Türkiye’nin kalbi İstanbul, İstanbul’un kalbi ise Beyoğlu mantığıyla belli mekanları merkez olarak alan ve büyük kentteki varoşlarda, arka sokaklarda yaşayan ‘marjinal’ insanların hayatlarını konu edinen filmler küçük bir azınlığın yaşamını seyirciye taşımıştır (2005). Sinema kariyerine kamera asistanlığıyla başlayan Orhan Oğuz, pek çok yönetmenle çalışmıştır fakat Memduh Ün’ün yanında yetiştiğini belirtir. Sinemanın içinde büyüdüğünü söyleyen Oğuz’a göre bir sinemacı çok yönlü olmalı, müzik hayatının önemli bir yerinde olmalı, resimden anlamalı ki iyi bir fotoğraf çekebilsin. İyi fotoğraf çekebilen bir yönetmen ona göre görüntülerle iyi anlaşabilir. Her zaman gerçek karakterlerden, yaşanmış olaylardan ilham aldığını söyler. Sokakta, yolda, minibüste vs. gerçek yaşam alanlarında gözlemlediği insanlardan ilham alır. Gerçekçilik Orhan Oğuz sinemasında önemli bir yerde durur. Kör göze parmak olmayacak şekilde simgelerin anlamı pekiştirdiğini, biçimle içeriğin birlikte yol alması gerektiğini düşünür (bkz. Gürmen, 2006; 275-313). Türk sinemasında ‘queer’ türündeki ilk örneklerden olan yönetmenliğini Orhan Oğuz’un yaptığı Dönersen Islık Çal filmi bu dönemlere denk gelen, bir travesti ile cüce bir barmenin dostluk süreci bağlamında İstanbul’un arka sokakları, toplumdan dışlanmanın verdiği zorluklar gibi birçok farklı konuya değinmiştir.

           

GİRİŞ

            Eşcinsel ve diğer toplumsal cinsiyet kimliklerinin görünürlüklerinin artması, akademik, toplumsal ve kültürel düzlemlerde bu konuya yönelik ilginin genişlemesine ve yeni yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açtı. 1980’lerin sonunda gündeme gelen queer kavramı ve bu kavram etrafında geliştirilen kuramsal yaklaşım, söz konusu toplumsal ve politik iklimin bir sonucu olarak ortaya çıktı ve çeşitli alanları etkiledi. Queer, ‘eşcinsel’ ya da ‘gey ve lezbiyen’ gibi tanımların, insan cinselliğinin karmaşıklığını ve çeşitliliğini anlamak ve açıklamak için yeterli olmadığı görüşünü temel alarak toplumsal söyleme taşınmış bir kavramdır. Bu anlamda queer; gey lezbiyen başta olmak üzere karşıcinsel olmayan tüm kimlikleri tanımlayan bir kelime olarak kullanılmaktadır. 1980’ler ve 90’larda birçok kişi gey, lezbiyen, karşıcinsel veya biseksüel olarak sınıflandırılmayı reddederken, cinsel uygulamalarına göre tanımlanmak yerine queer olarak tanımlanmayı tercih ettiler. ‘Tanım temel olarak değişmez bir cinsel kimlik anlayışını reddeder. Daha ötesi, queer olmak normatif karşıcinselliği ve eşcinselliği birlikte reddeder.’ (Auslander, 1997: 11’den akt. Arcan, 2010). 1990’larda kamuya mal olmaya başlayan Queer tanımı, toplumu cinsiyet meselelerini sosyal bir bağlamda yeniden değerlendirip, düzenlemeye çağıran bir meydan okumadır. Eng, Halberstam ve Munoz (2005) bu tanımın meydan okumasının temelde toplumun cinsiyet öznelerini erkek-kadın, evli-bekar, eşcinsel-karşıcinsel, normal veya anormal-sapkın olarak kategorize eden devletin iktidar gücünün normalleştirme mekanizmalarına yöneldiğini belirterek, Queer tanımının ‘sadece kimliği üreten ve onaylayan değil aynı zamanda onu normalleştiren ve sürekli kılan sosyal süreci’ de sorguladığını ifade eder. Bu sorgulamanın yanı sıra din, milliyet, sınıf, toplumsal cinsiyet de dahil çok boyutlu toplumsal çelişkileri de içeren bir bağlam gerektirdiği açıktır (Arcan, 2010). Queer sinema yaklaşımının temelini oluşturan ve Queer teori olarak bilinen çalışma alanı özellikle beşeri bilimler kapsamında edebiyat, sinema ve kültürel çalışmalar alanında güçlü bir yankı bulmuştur. Yanı sıra özellikle öznenin konumlandırılması, açısından, post yapısalcı yaklaşımın etkisi altında geliştirilmiş bir teoridir. Bu özelliği ile de Queer teori cinsel kimliklerin, cemaatlerin ve politikaların sınırlarını keşfetmek, gey, lezbiyen, queer başta olmak üzere eşcinsel kimlik ve onu tanımlayan merkez cinsel kimlik olarak yapılandırılmış karşıcinsel kimlikler ve bu kimliklerin temsiliyle yakından ilgilidir. (Namaste, 1994’den akt. Arcan, 2010). Queer politikaları her ne kadar 1990 yılında New York’ta kurulan ‘Queer Nation’ isimli aktivist grubun faaliyetleri sonucunda somutlaşmışsa da, büyük ölçüde -Queer Nation’dan önce- belli bir merkeze veya örgüte bağlı olmayan, poster asma, parodik ve isyankâr performans sergileme, alternatif yer altı dergileri çıkarma gibi faaliyetleri içeren bir çeşit kültürel aktivizm olarak şekillenmiştir. Tarih, sosyoloji ve edebiyat gibi pek çok disiplinden beslenen, büyük ölçüde feminist kuram ve post-yapısalcı düşüncenin uzantısı olarak şekillenen Queer kuramı ise yine 1980’lerin sonunda yapılan akademik konferanslar sonucunda, daha çok üniversitelerin çatısı altında bir çalışma alanı haline gelmiş ve kendisinden önceki lezbiyen ve gey çalışmalarına eleştirel bir yaklaşım getirmiştir.

Queer Nation, ‘tuhaf’, ‘acayip’, ‘eksantrik’, ‘şüpheli’, ‘iğreti’, ‘dengesiz’, ‘kötü’, ‘değersiz’ gibi karşılıkları olan, 1980’lerde eşcinselleri aşağılamak ve ötekileştirmek için kullanılan Queer kelimesini bilinçli ve stratejik olarak sahiplenmiştir. Bu, Queer politikalarının benzerliği değil, farklılığı esas alan, asimilasyona daima karşı çıkan, ‘normal görünme ve davranma’ fikrini protesto eden ve adeta ‘sapkınlık’ ithâmını bilinçli olarak kucaklayan tavrına işaret eder. “Biz burdayız, biz ‘queer’ iz, buna alışın” sloganı bir bakıma şunu söyler: “Biz farklıyız, mevcut düzene karşıyız, tuhafız ve bununla gurur duyuyoruz” Queer bu bakımdan heteroseksüelliği norm olarak gören toplumun kendisini mahkûm ettiği ‘öteki’ konumuna karşı çıkmaz; bilakis alaycı, kışkırtıcı ve teatral gösteriler ile ‘öteki’ olmayı, ‘dışarıda’ kalmayı yeğler; bu noktada, 1970 sonlarında lezbiyen ve geylerin mevcut düzen içinde kendi farklılıklarını ortaya koyan bir azınlık grubu olarak varolmasını öngören ‘etnik model’ ile politik görünürlük kazanmak ve ayrımcılığı engellemek için ‘normallik’ unsurunu vurgulayan ve mevcut düzeni gerçek anlamda sorgulamayan diğer stratejilere karşı çıkar (Delice, 2004).

Toplumsal cinsiyet normları hem toplumsal olarak inşa edilir hem de toplumsal olarak kısıtlayıcıdır. Bu kısıtlamalar özellikle translar için can sıkıcıdır. Toplumsal kabullerden farklı olmanın temelinin ne olduğu konusunda çok çeşitli söylemler var. Yirmi yıl önce çoğu lezbiyen, gey ve biseksüel kendi cinselliklerinden ‘tercih’ diye bahsederken, insanların kendilerinin ve diğerlerinin cinselliğini doğuştan olarak görmesi giderek yaygınlaştı (Wolf, 2009). D’Emillio görüşünü söyle açıklıyor:

İnsanların gey yada lezbiyen ya da biseksüel doğduğu fikri bir çok nedenden çekici. Birçoğumuz cinsel arzularımızın yönü üzerinde kontrol sahibi olmadığımız bir şey gibi deneyimliyoruz. Sadece öyleyiz, gibi görünüyor, Öyleyse gey doğmuş olmamız gerek. Queerlere nefreti en açık insanlar, dini muhafazakarlar, gey olmanın bizim seçtiğimiz bir şey olduğunda ısrar ediyor ve onlarla hemfikir olmayacağımızı biliyoruz. Yani öyleyse gey doğduk. Liberal heteroseksüel müttefikler bu fikri seviyor. Geyler böyle doğduysa, elbette bunun için cezalandırılmamamalı. ‘Doğuştan Gey’ cinselliğimiz hakkında bazı şüpheleri olanlardan ya da kendimizi baskı ağırlığı altında ezilmiş hissedenlerden bir kısmımızı da rahatlatıyor. Gey olarak doğduysak, bu bizim suçumuz değil ve şurası kesin ki ezilmeyi biz seçmedik: bu konuda bir şey yapamayız, öyleyse bizi yalnız bırakın. Bu, dolaptan çıkmış çok sayıda gey ve lezbiyenin yaptığı etkiden endişelenen insanlara da cevap veriyor: insanlar bu şekilde doğduysa, genç insanlar bizim tarafımızdan etkilenmeyecektir (D’Emillio’dan akt. Wolf, 2009: 184).

 

                Heteroseksüel toplumun lezbiyenleri, eşcinsel erkekleri kadınları ve hegemonik erkeklik tanımına uymayan erkek kategorilerini ezdiğini belirtir. Heteroseksüel toplum öteki yaratarak varlığını ve iktidarını devam ettirir. Bunu yaparken de bedenleri kontrol eder, normlar inşa eder ve bu normlara uymayanları sapkın olarak nitelendirir. Lezbiyenlerin ve eşcinsellerin kendilerini kadın ve erkek olarak nitelendirmesi bu normun devamını sağlayabilir ve yeniden üretilmesine katkıda bulunabilir. Farklı kimliklerin birer özne olarak kurgulanması ve birbirleriyle ilişki içinde olması gerekir. Ancak bu şekilde karşıtlıklar üzerine kurulan salt kadın-erkek kategorileri ortadan kalkabilir ve toplumun heteronormatif yapısı yapı söküme uğratılabilir. (bkz. Witting, 1992; 55-64)

            İncelenecek filmin genel hatlarına bakacak olursak karşımıza merkez konumda olan iki karakter çıkıyor. Biri geçimini barmenlik yaparak kazanan bir cüce, diğeri ise bir travesti. Beyoğlu’nun arka sokaklarında kesişen hayatları birbirine dokunan bu iki karakter toplumun dışlanan iki ötekisi. Biri küçük bir bedende yaşamanın diğeri de içinde bulunmak istemediği bir bedende yaşamanın huzursuzluğuyla doludur. Sorunları kendilerini vücutlarına ait hissetmeme de değildir aslında, toplumun kişiliklerine ya da vücutlarına şekil vermeye çalışmasıdır. Düzeni tehdit ettiği gerekçesiyle kendi içinde ya da şekide değişime gitmek de kendi başına bir sansür sürecidir. Cücenin travesti dostundan önce gerçek anlamda hiç arkadaşı olmamıştır. Tüm sevgisini, ilgisini ve şefkatini evinin çatısında beslediği köpeklerine verir. Bir gün cüce köpekleriyle dertleşirken düşünür, tasvir edilen bütün güzel ilk insanları düşünür. Ona göre herkes güzel bir o çirkindir, etrafındaki herkes haklı bir o haksızdır. Filmin başlarında böyle düşünürken sonlarında hayatta ondan daha cüce insanların olduğunu anlamıştır. Beden olarak küçüktür fakat yüreği dışarıdaki diğer ‘normal’ insanlardan daha büyüktür. Filmde dikkat çeken bir karakter de cücenin ev sahibi Madam’dır. Arada sırada ona gider, hikayelerini dinler. Madam, oldukça yaşlıdır ve hizmetçisiyle yaşamaktadır. Bir mutluluk oyunundan bahseder cüceye. Hizmetçisinin arada sırada kendisinden çaldığı şeyleri görmezden geldiği yalnız kalamamak için oynadığı bir mutluluk oyunundan. Eskiden dostlukların aşkların daha sahici olduğundan bahsederdi. Şimdi ise her şeyin kurmaca uydurmaca olduğu söyler. Hiçbir şey ve hiç kimse sahici değildir ve işin aslı herkes de bunun farkındadır. Hepimiz üzerimize düşen performansları sergiliyoruz. Bu performansı dışına çıktığımızda ise dışlanıyoruz. Herkes bir mutluluk oyunu oynamak zorunda ve herkes de bunun farkında.

 

FİLMİN KÜNYESİ

Dönersen ıslık çal: 1992 yapımı bir Türk filmi. Yönetmen: Orhan Oğuz. Senaryo: Cemal Şan, Nuray Oğuz. Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz. Müzik: Onay Oğuz. Sanat Yönetmeni: Esra Avcı Tuncer. Kurgu: Nevzat Dişiaçık. Oyuncular: Fikret Kuşkan (travesti), Mevlüt Demirağ (cüce), Menderes Samancılar, Derya Alabora. Ülke: Türkiye. Tür: Dram. Süre: 99dk.

 

 

KARAKTERLER

 

Cüce: Mevlüt Demiryay’ın canlandırdığı, canlandırmadan ziyade aslında zaten yaşadığı bir karakter. Beyoğlun’da yaşayan ve bir barda barmenlik yapan cüce sabaha karşı bardan evine giderken, kendini tehlikelerden korumak için yanında mutlaka düdüğünü taşır. Ne zaman düdüğünü öttürse insanlar zabıtanın geldiğini düşünerek dağılır, o da evine rahatça yürüyebilir. Aslında kendini ondan daha üstün olduğunu düşünen insanlardan koruyordur.

 

Travesti: Fikret Kuşkan ile hayat bulan bu karakter, toplumdaki pek çok transı ve çektiği sıkıntıları gözler önüne seriyor. Adını, kim olduğunu, nerden geldiğini ve ailesini öğrenmeyiz. Polisler tarafından cezalandırılmak ve kendine gelmesini ‘erkek’ olmasını sağlamak amacıyla saçları kesilen, çevresinde sadece şiddet, kötülük ve ölüm olan bu karakter aslında bir karakter değil toplumda hiçbir zaman kabul görmeyen transların bir yansımasıdır.

 

Adıgüzel: Menderes Samancıların canlandırdığı, cüce ile aynı apartmanda, sermayesi, aynı zamanda karısı olan kadınla beraber oturmaktadır. Karısı tarafından sürekli itilip kakılır ve tam bir erkek olamamakla suçlanır.

 

Fahişe: Derya Alabora’nın başarıyla oynadığı rolde geçimini bedenini satarak kazanan bir kadın görüyoruz. Kocası yani Adıgüzel’le birlikte çalışan, hayatından da kocasında da memnun olmayan ve bunu sürekli dile getiren toplumun bir  artığı ve ötekisi daha bu rolle karşımıza çıkıyor.

 

Özet

Bir cüce ve bir travestinin tanışmaları ve kurdukları dostluk süresi boyunca İstanbul’un arka sokakları, karanlıkları, ötekileşenleri, hegemonyayı, şiddeti, farklıyken toplumda var olabilmenin zorluklarını anlatır dönersen ıslık çal filmi. Kaybeden, kaybetmekte olan ve kaybetmeye devam edecek olan insanların öykülerine dayanır. İnsanların optimum koşullarda iyi kaldığı, gücünün yetebildiğine istediği gibi davrandığı, kendinden üstün olana düğme iliklediği, kadınlar ve erkekler olarak salt iki gruba ayrılan toplumun arka sokaklarını gösterir bize. Yalnızlıkları ve dışlanmayı bariz bir şekilde göstermek yerine karakterlerle bunu başarılı bir şekilde izleyene geçirir. Cüce karakterine hayat veren Mevlüt Demiryay ile, Travesti rolüne hayat veren Fikret Kuşkan’ın tanışmaları beyoğlunun arka sokaklarından birinde gerçekleşir. Travestinin bir grup erkekten şiddet görmesi sırasında cücenin kendini korumak için yanında taşıdığı düdüğünü öttürmesiyle kaçışırlar. Bu düdük ve bir olay sayesinde Mevlüt’ün yolu bu travestiyle kesişir, dostlukları ve hikaye başlar.

 

Filmi bölümlere ayırarak inceleyecek olursak;

1)      Bir gökyüzü görüntüsüyle açılan ve bir çocuğun konuşmalarıyla devam eden açılış jeneriği.

2)      Bir barda cüce rolündeki Mevlüt Demiryay ile tanışırız. Barmenlik yapmaktadır. İlk sahnede barın arkasında insanlara hizmet verirken aralarında fiziki olarak çok da bir fark yok gibidir.

3)      Bir kaçma kovalama sahnesi vardır. Bir grup erkek bir travestiyi kovalıyordur. Saklanır fakat saklandığı yerde onu bulurlar. Tecavüz etmeye yeltenirken, Travesti saçlarının kesilme anını düşünür. Bağırışlarını duyan cüce düdüğünü öttürür ve polisin geldiğini düşündükleri için saldırganlar kaçar. Cüce ve travestinin dostlukları bu olay ile başlar.

4)      Cüce travestiyi evine götürür, ona iyi davranır, yemek hazırlar. Travesti gördüğü iyilik karşısında şaşkındır, ürkektir. Çünkü etrafında gördüğü şeylerin arasında iyilik yoktur. Toplumda onlara iyi davranılmaz, ya üzgün gözlerle ya ayıplanan gözlerle bakılır ya küfredilir ya da yazık denir. Cüce travestinin kadın olduğunu düşünüyordur ona çok güzel olduğunu söyler ta ki sesini duyana kadar. Sesini duyduğunda kadın olmadığını anlar ve çok çirkin olduğunu söyler sen kadın değilsin der. Travesti ona böyle olduğumu bilsen yine de bana yardım eder miydin diye sorar. Aslında bu kendisinin de cevabını bildiği bir sorudur. Toplumda lezbiyenlere, geylere, biseksüel ve translara yardım etmek onları bedenlerinde olmak istemedikleri cinsiyete geri döndürmektir. Cüce olarak mükemmel bir insan bedeni formuyla yaşayamamakta bir dışlanmışlık yaratır. Cüce akşamları evinin damına çıkar orada geceleri İstanbul’u izler. Köpeklerini besler onlarla konuşur. Bütün sevgisini onlarla paylaşıyordur. Çirkin olduğu için boyu kısa olduğu için yalnız olduğunu düşünüyordur. Travesti, farklı oluşunun nelere mal olduğunu bildiğinden cücenin yalnızlığını ve korkularını anlamakta zorlanmaz. Sonuçta ikisi de toplum tarafından öteki olarak görülmenin ne demek olduğunu bilmektedir. Bir apartman girişinin ya da bir sokak köşesinin onlara verdiği kaçma ve kurtulma hissini dışarıdan anlamak zordur. Biri küçük bir bedende yaşamanın diğeri de içinde bulunmak istemediği bir bedende yaşamanın huzursuzluğuyla doludur. Sorunları kendilerini vücutlarına ait hissetmeme de değil belki, toplumun kişiliklerine ya da vücutlarına şekil vermeye çalışmasıdır onları rahatsız eden. O gece travesti ve cüce birlikte rakı içerler ve aralarındaki gerginlik azalır. Sabah olduğunda yeni dostunun gittiğini gördüğünde hayal kırıklığına uğrar.

5)      Apartmanda fahişe rolündeki Derya Alabora ve Adıgüzel rolüyle Menderes Sabancılar’ı görürüz. Adıgüzel pasif, ezik bir görünüme sahipken karısı ondan sürekli yakınan ve daha baskın bir karakterdedir.

6)      Cüce bir akşam yine evinin çatısında oturuyor ve köpekleriyle konuşuyordur. Dışarıdaki hayattan yakınıyordur. Kendi gibilere hayat olmadığını söyler. Yeni dostumuz bizi unuttu diyerek onun gelmeyişine üzülür. Küçük adam kendince bir mutluluk oyunu oynuyordur.

7)      Sabaha karşı bir gün travesti Cüce’yi çalıştığı barda bulur. Cüce belli etmese de sevinir. Hep yaptıkları gibi kadeh tokuştururlar, cam cama can cana. Cüce sabaha karşı olduğu için herkesin ona bakacağını söyler. İşten geceleri çıktığında karanlığa gizleniyordur. Sabah olduğundaysa evinin duvarları ardına saklanıyordur. Travesti cüceye bu şehirden kovulup kovulmadığını sorar. Çünkü o aklı başına gelsin diye saçları kesilerek polisler tarafından kovulmuştur. Zaten zor olan hayatına bir travma da budur. Konuşmalarının ortasında sonunda ya da aniden attığı kahkahalar izleyeni şaşırtabilir. Onlar hıçkırığının yerini alan kahkahalardır. O sabah travesti birlikte güneşe doğru yürümek ister. Hep geceleri saklanarak yürüdüğü yollardan bir kez de gündüz yürümek ister fakat izin vermezler. İnsanlar onlara yürümeleri için bile izin vermez. Her zaman yaptıkları gibi karanlık bir sokağa doğru koşarak uzaklaşırlar.

8)      Adıgüzel, Travesti ve cüce bir akşam çatıda çilingir sofrasının etrafında buluşur. Adıgüzel ve travesti eskiden arkadaştırlar. Travesti ve cüce toplumun dışlanmışlarıdır fakat adıgüzelin de onlardan bir farkı yoktur. Kendini bir kadına ispatlayamamış, yorgun kendini yetersiz hisseden bir karakterdir. Kendini eksik hisseder çünkü toplumun ‘erkek’ tanımında bunlar yoktur.

9)      Cüce bir akşam işten dönerken tramvayda Adıgüzel ve dostunu görür. Üzülür çünkü dostuyla arasının açılacağını düşünüyordur. Adıgüzel ve dostu arasında bir şey olduğunu düşünüyordur. Aslında onlar sadece eski iki iyi dosttur. Eve geldiklerinde karısı kavga çıkarır ve travestiyi evden koyar, çok kötü davranır, Adıgüzele hakaretler eder. Adıgüzel o gece karısını defalarca bıçaklayarak öldürür. Travesti cücenin evine gizlenmiştir Adıgüzel’in yaptıklarını anlatır, olaya şahittir fakat polislere gidemeyeceği için gizlenmesi gerekir. Bunun için cüceden para ister, tartışırlar ve gider. Travestinin ardından cüce rutin hayatına döner fakat arkadaşını özler.

10)   Cüce travestinin evine gider. Onu görmek istemiştir. Travesti Adıgüzel’in hapiste kendini astığını söylemiştir. Cücenin gitmesini söyler. Taksiyle evine dönerken taksicinin güldüğünü fark eder. Arabadan hemen iner ve ardından pis cüce diye bağırır. Herkes ondan daha cücedir. Çok dertlidir, üzülmüştür, bıkmıştır. Bir meyhanede içer, sarhoş olur. Evine giderken bir grup genç tarafından etrafı çevrilir. Parasını almak isterler. Kötü sözler söylerler ve cüceyi döverler. Kendilerine asla gücü yetemeyecek bir insanı döven insanlardır aslında cüce olan. Güçlükle evine gider fakat çok kötü durumdadır. Sanrılar görür, kusar. Günlerce yerinden kıpırdayamaz. O kötü durumunda bile köpeklerini düşünür. Onların aç kalmasını düşünür. Onu bu kötü haliyle evde travesti bulur. Sayıklıyordur, cüce onu çatıya çıkarmasını ister. Çok kötü durumdadır. Ayrılık vakti gelmiştir, birbirlerine tekrar buluşacaklarına dair söz verirler. Cüce, onu nasıl bulacağından emin değildir. Öyle ya; bu buluşma bambaşka bir zamanda, bambaşka bir halde olacaktır. Travesti şöyle cevaplar: ‘Dönersen ıslık çal çalarsın işte o zaman, tanırım seni’

11)   Cüce, dostunun kolları arasında hayatını kaybetmiştir. Travesti onu içeri taşır, yatağa yatırır, üzüntüyle yüzünü siler. Hayattaki belki de tek gerçek dostunu kaybetmiştir. Cüce’nin cebinden evinde hep kilitli tuttuğu odanın anahtarını alır ve kapısını açar. Odanın içinde onlarca top vardır. Boyunu uzatmak için içeride gizlice oynadığı toplar. Cüce, bunun onun gibi insanlardan sadece para sızdırmak için uydurulan bir şey olduğunu sonradan anlayacaktır. Travesti dama çıkar ve orada sabaha kadar öylece oturur. Daha sonra kendini toparlar ve bütün topları aşağı atmaya başlar. Etraftaki herkes toplarla oynamaya başlar, Travesti aşağı iner ve dostunun hayaline kavuşmak için oynadığı topların insanları ne kadar mutlu ettiğine bakar. Son topuda alır ve uzaklaşır.

 

SONUÇ

          Filmin belki de en önemli ve kilit sahnesi son sahnedir. Dostunun ölmesiyle derin bir üzüntüye kapılan travesti, kendini toparlar ve belki de ilk defa kendini çok güçlü bir kimlikle bulur. Küçük dostunun biriktirdiği topları etrafa saçtıktan sonra, insanlara şöyle bir bakar ve dönüp giderken başındaki peruğu bir kenara atar. Gündüzleri dışarıda yürümekten korkarken, ona ‘kadınsılık’ veren peruğu fırlatması dikkat çekicidir. Kendini olduğu gibi kabul eder. Toplumda LGBT bireyler, kendilerini oldukları gibi kabul ettiklerinde, etrafındaki insanlardan bunu göremezler. Aksine şiddete maruz kalırlar, aile içinde dışlanırlar, arkadaş ortamında kötü şakalara, aşağılayıcı sözlere maruz kalırlar ve nihai sonuç olarak dışlanırlar. Polisler bonus toplamak için dışarıda her gördüğü transı yaka paça merkeze aldığında, ya fiziksel ya manevi şiddet uygularlar yada filmde de gördüğümüz gibi saç keserler. Hane içinde kadın yada erkek kimliğine uymayan kişiler hemen evlendirilmek istenir yada bu yoldan dönmesi için bol bol nasihat edilir. Tehdit, gasp, şantaja maruz kalan LGBT’ler kimliklerinin açığa çıkacağı korkusuyla adli makamlara başvuramıyorlar. Durumun böyle olduğu bilindiği için bu insanlar sömürülüyor, tecavüze, şiddete, sosyal hayatta aşağılanmaya maruz kalıyorlar. Uluslararası Gey ve Lezbiyen İnsan Hakları Komisyonu’nun Felipa de Souza ödülünü alan Kaos GL örgüt üyesi, aynı zamanda bir avukat olan Yasemin Öz. Şunları söylüyor;

LGBT’ler kimsenin aklından geçen fantastik şeyleri talep etmiyorlar. Eden varsa da sıra ona gelmiyor. LGBT’ler eşitlik istiyorlar, ayrımcılığa maruz kalmak, şiddet görmek istemiyorlar. Yalnızca kendileri gibi yaşamak istiyorlar. Partnerleri cezaevine düştüğünde görüşmek istiyorlar, hastaneye yattığında muhatap kabul edilmek, miras haklarından yararlanmak istiyorlar. Ama en çok da beden ve cinsellik üzerindeki baskı ve tahakkümün kalkmasını istiyorlar. Bu da oldukça devrimci bir istek. LGBT olmanın tümüyle yasal statüye kavuştuğu ülkelerde bile LGBT’ler sorun yaşıyor. Ama güvence altındalar. Bir gün bu güvence Türkiye’de olur mu bilmiyorum. Olmaz demiyorum. Gezi’den önce sorsalar Gezi direnişine kim inanırdı? Her zaman her şey olabilir. Şu anda Türkiye’nin çoğunluğu güvence altında değil. Seçim sistemi sayesinde azınlığın çoğulcu değerleri hiçe sayıp kendini dayattığı bir dönemden geçiyoruz. Ya çoğulcu değerlere sahip olup üzerimizdeki ablukayı dağıtacağız ya da her dönem olduğu gibi faşizme talim edeceğiz. Halk bu konuda neyi seçerse başına o gelecek. LGBT hareketinin tercihi belli. Ekolojist, şiddet karşıtı, anti-kapitalist, anti-milliyetçi ve anti-militarist bir dünya. Başka bir dünyada onun elinden bunun eline savruluruz. Biz kendi yaşamımıza sahip olmak istiyoruz. Bu ülke de neyi tercih ederse onu görecektir. Hep birlikte göreceğiz.’ (T24 Bağımsız internet gazetesi, 2013).

            Toplumda ailemizin, sosyal çevremizin, iş ya da eğitim hayatımızdaki insanların tercihlerinin dışına çıkmak oldukça zor. Bu ister bedeninde sahip olduğu cinsiyeti reddetmek olsun ister tarz ya da düşünce farklılığı olarak  olsun durum böyledir. Bunu reddetmek demek öncelikle aileyi gözden çıkarmak demektir. Bunun farkına varanlar öncelikle ailede bunu reddeden, olmamış gibi davranan ya da şiddete başvurarak yok etmeye çalışan insanlar oluyor. Evliliğe zorlananlar, saçı kesilenler, dayak yiyenler en sonunda bu baskıya dayanamayıp ya kaçıyorlar ya da  hayatlarına son veriyorlar. Çok yakın bir zamanda sosyal medyada çıkan, bir transın intihar etmeden hemen önce çektiği videoda ‘başaramadım çünkü izin vermediler’ cümlesi bize bu adaletsizliğin çok zor biteceğini acı bir biçimde gösterdi. Translara seks işçiliğinden başka bir iş seçeneği bırakmayan bir toplumda yaşıyoruz. Seks işçiliğinden başka bir seçenekleri yokken onları bunu yaptıkları için sürekli cezalandıran, yaka paça karakola götürüp, sözle ve fiziki tacizlerde bulunan bir devlette hak ve adalet arıyoruz. Kendi milletini umutsuzluğa sürükleyen, kadınlara üç çocuk yaptırıp, evine hapsetmeye çalışan, kocasının işlerini bitirip, onu her gün bir sonraki güne hazırlayan kadınlar yaratmaya çalışan bir memlekette aydın insanlar olmaya çalışıyoruz. Bir ülkede hükümet bu konuda bu kadar cahilden vatandaşların LGBT’lere bakış açısını değiştirmek için pek çok girişimde bulunmak, kitaplar yazmak, filmler çekmek, kongreler düzenlemek, örgütler kurmak elbette ki karanlığa bir mum yakıyor(muş) gibi gözüküyor.

 

KAYNAKÇA

Pösteki, N. (2005). 1990 Sonrası Türk Sineması.

Gürmen, T. P. (2006). Türk Sineması’nın Ustalarından Sinema Dersleri.

Arcan, H. E. (2010). Queer Sinema, Murat İri (der) Sinema Araştırmaları, İstanbul : Derin

Wolf, S. (2009). Cinsellik ve Sosyalizm. LGBT Özgürleşmesinin Tarihi, Politikası ve Teorisi.

Witting, M. (1992). Straight Düşünce.

T24 Bağımsız İnternet Gazetesi. (2013). Erişim tarihi: 16 Ocak 2015) http://denizliglbt.blogspot.nl/2013/08/yasemin-oz-escinsel-olmak.html

 

 

 

 

        

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder