ÇAMAŞIRHANEDEN QUEER
ÇIKTI: BENİM GÜZEL ÇAMAŞIRHANEM
(MY BEAUTIFUL
LAUNDRETTE) FİLMİ ÇÖZÜMLEMESİ
Giriş
Eşcinsel karakterler, sinemanın
ilk yıllarından beri beyazperdede görünür olmuşlardır. Thomas Edison Stüdyo
yapımı 1895 tarihli “The Gay Brothers” filmi bu konuda ilk örnektir. Daima
gülünecek, acınacak ya da korkulacak bir varlık olarak algılanıp sunularak,
kalıp yargılara hizmet eden tiplemeler olarak kurulmuş gey karakterler, filmlerde
1960’ lı yıllara kadar klişe bir biçimde “kırıtık” tiplemeler olarak ele
alınmışlardır. 1960’lardan 1980’lerin sonuna dek üretilen filmlerde ise
eşcinsel temsillerinin sapkın, patolojik veya psikolojik hastalıktan mustarip
kurban rolünde tiplemelere sıkışıp kalmış ve böylelikle yine kalıp yargılara
hizmet eden bir durum ortaya koydukları görülmektedir. ABD ve Britanya’da
yapımları 1961 ile 1967 arasında gerçekleştirilen 32 filmde, belli başlı 32
eşcinsel karakterden on üçü intihar etmekte, on sekiz eşcinsel de filmlerdeki
başka karakterler tarafından öldürülmektedir. Bu karakterlerin sonuncusu olan Drum (Steve
Carver, 1976) adlı filmdeki çiftlik sahibi gey karakter ise hadım edilmektedir. Haziran 1969’da, New York’taki
eşcinsel mekânlarından biri olan Stonewall
barına yönelik polis baskınları sonucunda başlayan isyanlar, birçok kişi tarafından modern gey ve lezbiyen
hareketinin başlangıcı olarak kabul edilir. “Stonewall İsyanı” farklı cinsiyet
kimliklerine sahip bireylerin örgütlenmesine ve LGBT Hareketi’nin doğmasına yol
açmıştır. LGBT, eşcinsel bireylerin kendilerine biraz olsun özgürlük alanları
açabilmelerinin yanı sıra, bağımsız sinemanın yükselişe geçmesi ve akademik
alanda toplumsal cinsiyet çalışmalarının gün geçtikçe palazlanması sonucunda 1980’ler
ve özellikle 1990’larda beyaz perdede hem gey, lezbiyen karakter sayısında
artış gerçekleşmiş hem de eşcinsel tiplemelerin karakter özelliklerinde de
belirgin değişiklikler ortaya çıkmıştır. (Davies,2010; Arcan, 2011,
Ryan&Kellner 2010, Ulusay 2011).
1985 tarihli, İngiltere yapımı Benim Güzel Çamaşırhanem (My Beautiful Laundrette) filmi temelde
iki farklı etnik kökenden ve kültürden iki karakter arasında yaşanan bir
eşcinsel aşk etrafında şekillenir. Bunlardan biri olan Johnny, Daniel Day
Lewis’in canlandırdığı beyaz, İngiliz, işçi sınıfına mensup bir Punk karakteridir,
diğeri ise Gordon Warnecke’in canlandırdığı renkli, Pakistan kökenli, liberal bir
karakter olan Omar’dır. Bu iki karakter etrafında şekillenen öykü bir yandan
onların arasındaki sınıflar, ırklar, inançlar arası tutkulu aşkı anlatırken,
diğer yandan filmin karakterlerinin bu farklılıkları zerre kadar önemsememeleri
ve cinsellikleriyle barışık olmaları, filmin yukarıda sözünü ettiğimiz
filmlerden çok faklı ve devrimci bir biçimde bir eşcinsel aşk çevresinde
romantizmi kurmuş olmasıyla sonuçlanır. Böylelikle eşcinselliğin bu filmde
aklanmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Benim
Güzel Çamaşırhanem,
geçen yüzyılın ortalarında, eski sömürgelerden büyük kitleler halinde gelip
Britanya’ya yerleşen renkli göçmenlerin çocuklarıyla yani ikinci kuşakla
beraber ortaya çıkan Siyah Edebiyatı
ve Siyah Sineması’nın ayrıca Avrupa Göçmen Sineması’nın da başarılı
örneklerinden biridir. Film, ele aldığı konulara ve sorunlara geçmişteki
örneklerine göre hayli farklı bir perspektiften yaklaşmaktadır. Bu haliyle
film, eşcinsel bir sinemanın mümkün olup olmadığı ya da bu sinemanın nasıl bir
dil ve anlatım üzerine kurulması gerektiği üzerine kafa yoranların zihinlerinde
yer tutan yapımlardan biri olmuştur. 1990’ların başında gündeme gelen Yeni Queer Sinema ekolünün doğuşuna zemin hazırlamış, esin kaynağı
filmlerinden biri olarak da kabul görmüş olan Benim Güzel Çamaşırhanem, yeni-liberal
politikalar uyarınca tekrar imparatorluk düşleri kuran Thatcher Dönemi
İngiltere’ sinde sokaklarda yaşanan ırkçılığı ve şiddeti gözler önüne serer. Davies’
e göre,
Omar ve Johnny arasındaki romantizm
yerli İngilizler ile Pakistanlı göçmenler arasındaki ırkçı savaşı; liberalizm
ile muhafazakârlık arasındaki ahlâk savaşını, idealizm ile faydacı kapitalizm
arasındaki entelektüel savaşı ve Başbakan Thatcher ile banliyölerde yaşayan
işçi sınıfı arasındaki siyasi savaşı son derecede başarılı bir biçimde yansıtır
(Davies, 2010:155).
İngiliz yönetmen Stephen Frears’
ın aslında BBC televizyonu için hazırlamış olduğu ve iki erkek arasındaki
eşcinsel ilişkiyi merkeze alarak göçmenlik, melezlik, ırkçılık, aile ve liberal
köşe dönücülüğü kavramlarına derinlemesine temas ettiği düşük bütçeli filminin
senaryosu ise kendisi de Pakistan asıllı olan Hanif Kureishi' ye aittir.
Kureishi bu senaryosu ile en iyi özgün senaryo dalında Oscar adayı olmuş, New
York Eleştirmenler Birliği ödülünü almıştır.
Giriş
1980’lerde göçmen yerleşimlerin
yoğunlukta olduğu Güney Londra’da, sosyalist bir eski gazeteci olan alkolik
babası Hussein (Rossan Seth) ile yaşayan Omar (Gordon Warnecke) ’ın babasının
tam zıttı sayılabilecek hırslı bir kapitalist olan Nasser (Saeed Jaffrey)
isminde bir de kardeşi vardır. Omar’ın, amcası Nasser’ın yanında işe
başlamasıyla kurulan olay örgüsünde, başta amcasına ait bir garajda araba yıkayarak
işe başlayan Omar, kısa zamanda zarar eden bir çamaşırhanenin sorumluluğunu
üstlenir. Kısa zamanda amcasının gözüne girer. Omar’ın zengin olma hırsını gören Nasser’ ın,
onu gözü kara bir kapitalist olarak yetiştirip, kızı Tania (Rita Wolf) ile
evlendirmek, bu sayede de aile şirketinin devamlılığını ve gelişimini sağlamakla
ilgili planları, Omar’ ın yolunun yıllar sonra çocukluk arkadaşı Johnny (Daniel
Day Lewis) ile kesişmesiyle suya düşer. Johny’yi işe alan Omar, bu sayede
amcasının sağ kolu Salim (Derrick Branche) ile çamaşırhaneye dadanan serserilerin
ayağını buradan kesmek amacında başarılı olur. Zamanla çamaşırhaneyi Powders ismini verdikleri daha havalı
bir mekâna çevirirler. Dükkânı ve makineleri baştan aşağı yenileyip yeni ve
farklı bir çamaşırhane konsepti yaratan çiftin arasında bu süreçte tutkulu bir
aşk doğar. Omar’ ın yükselme hırsı sonucunda gelişen olaylar, Johnny’ yi eskiden
üyesi olduğu göçmenlerden nefret eden National
Front (Ulusal Cephe) isimli ırkçı bir grupla karşı karşıya getirir. Bu
çatışmanın sonucunda kazanan ise aşk ve sadakat olacaktır.
Yeni Queer Sinema Çamaşırhaneden
Yol Alıyor
Filmin açılış sahnesinde içeriden barikat kurulmuş olan bir
evin kapısının, iriyarı iki adam tarafından kırıldığı ve bu adamların eve
girdiği görülür. Hasta bir arkadaşı ile evin bir odasını paylaşan Johnny
(Daniel Day Lewis), bu adamlara herhangi bir şekilde karşılık vermeden evi terk
eder ve bölgeden uzaklaşırlar. Açılış sahnesi ölçeğinde yaşanmakta olan sorunun
ne olduğu net olarak anlaşılamamasına rağmen, filme dönemin İngilteresi’nin
temel sorunları olan işsizlik ve evsizlik ekseninde bir başlangıç yapıldığı
anlaşılmaktadır. Filmin ana karakterlerinden Johnny’nin saç kesiminden ve giyim
tarzından, sokaklarda yaşayan aylak takımından biri olduğu yahut başka bir
okumayla 1970’lerin ortasında Avrupa’da görülmeye başlayan, sistem
karşıtı, ortak kültürle uyumsuz bir alt
kültür mensubu, bir punk olduğunu anlaşılmaktadır.
Ses efektleriyle
desteklenen çamaşırhane resmi üzerinde, minimalist bir tarz ortaya koyan bir açılış
jeneriği ile ikinci sahneye geçildiğinde diğer ana karakter olan Omar, tren
istasyonuna komşu olan evinin banyosunda çamaşır yıkarken görülür. Çamaşırları
asmak için balkona çıkan Omar’ın bakış açısından seyircinin dikkati odanın
içinde şişeden bardağa votka dolduran bir ele yönlendirilir. Henüz kimin olduğu görülemeyen el, bardağa votkayı
doldurur ama bardaktan içmek yerine şişenin dibinde kalanları kafasına diker. Bu planda, karakterin kendisini görmeden
içkisini göstermek tercihi bilinçlidir ve bu gösterge yardımıyla birazdan tanışılacak
baba karakterinin alkolizmle ilişkisi bir an önce kurulmak istenmiştir.
Arkasından gelen plan, Omar’ın işlerini bitirip içinde orta yaşlı bir kadın
resmi olan boş çerçeveye girmesi ile açılır. Burası babanın odasıdır ve şişe
kısa zamanda bitmiştir. Kendini yatağa hapsetmiş, gözlerinin altı mosmor, üstü
başı dağınık alkolik baba Hussein karakterini böylece tanımış oluruz. Omar evi
silip süpürürken onu yatağın içinde votka içerken görerek, bakıma muhtaç
alkolik baba ile onun ve evin bakımını üstlenen oğlu arasındaki ilişki ilk
sahnede derhal kurulur. Tren istasyonunun gürültüleri eşliğinde bir fakirhanede
annesiz bir ailenin, solcu bir eski gazeteci olan ve hayata dair ümitlerini
yitirmiş bir Pakistanlı göçmen baba ve onun ikinci kuşak göçmen oğlu arasındaki
ilişki mekânsal olarak kurularak olay örgüsü başlatılır. Ölen anneye ait
resimle açılan planda evi temizleyen oğlunu yanına çağıran baba oğluna,
üniversiteye gidene kadar amcasının yanında bir işte çalışmasını istediğini
söyler. Bunu söylerken oğlundan makas alan, burnunu sıkan baba ile oğul
arasında muhtemel bir gerilimden ziyade sevgi dolu bir iletişim sergilenmiş
olur. Amca ile baba arasındaki telefon görüşmesini mutfakta iş yaparken
dinleyen Omar’ın heyecanı ve merakı belirgindir. Konuşmanın devamında babanın
Omar ile ilgili kullandığı “İngiltere’deki herkes gibi işsiz” cümlesi ise
1980’ler İngilteresi’ndeki işsizlik sorununu açık bir biçimde ortaya koyar. İlk
iki sahnede Frears, Thatcher döneminin başat sorunlarından ikisini, evsizliği
ve işsizliği seyirciye duyurur. Geçen diyaloğun tamamına bakıldığında, babanın
bunun geçici bir iş olduğuna ve sonbaharda Omar’ın üniversiteye başlayacağına dair
yaptığı vurgu ile Omar’ın düzenli bir cinsel ilişkisi olmaması sebebiyle ona
garajdaki iş dışında bir de kız arkadaş bulması talebi dikkat çeker. Bu
maskülinen diyaloğun gerekçesinin eski sosyalist gazetecinin oğlunun
mürüvvetini çabucak görebilme arzusu mu, babanın oğlunun erkekliğini ispatlama
zamanının geldiğine inanması mı yoksa filmin yaratıcılarının örtük tuttuğu farklı
bir gerekçe mi olduğu açık değildir. Person’ a göre “iktidarını ve cinselliğini
yitiren erkek, erkekliğinin de tehlikede olduğunu hisseder. Erkeklerde
toplumsal cinsiyet, cinselliğe dayalı görünmektedir.” (Person’dan aktaran
Segal, 1992:259) Muhtemelen buradaki mesele babanın ömrü tükenirken sınamak
istediği şeyin cinsellik üzerinden cevap bulacak olmasıdır.
Garaja gelen Omar, arabaları
incelerken ofiste amcası Nasser (Saeed Jaffrey) “bu öğleden sonra araba yıkama
hizmetine başladıklarını” bir müşterisiyle konuşmaktadır. Anlaşılan amca, Omar
için iş yaratmıştır. Amcanın sağ kolu Salim ise garajda başıboş dolaşan Omar’ a
kızar ve aralarındaki ilk çatışma burada başlar. Dikkatli bir göz Salim’in
filmin açılış sahnesinde Johnny ve arkadaşını kamulaştırdıkları evden çıkartan
adamla aynı kişi olduğunu da fark edebilir. Hikâyeden kopuk görünen açılış
sahnesi de anlatıdaki olay örgüsüne bu detay üzerinden eklemlenmiş olur.
Ofisteki sahnede geçen diyalogla Thatcher dönemine ait işsizlik meselesine
yapılan vurgu daha da belirginleşir. “Araba yıkama işi ile bir işsizin
azalacağı ve bu sayede Bayan Thatcher’ın kendisine müteşekkir olacağı” ifadesi
Salim’in ağzından duyulur. Aynı konuşmada Omar’ ın babasının geçmişine dayalı
ünü Salim tarafından methedilirken, farklı dünya görüşleri nedeniyle amca ile baba
arasında bir çatışma olduğu, bu nedenle artık görüşmedikleri seyirciye
hissettirilir. Amcanın ofisinin duvarını süsleyen
Bazıları Sıcak Sever filminin sarışın yıldızı Marilyn Monroe afişi ise
Pakistanlı göçmen amcanın metresi olan orta yaşlı, bakımlı, beyaz bir kadın
olan Rachel (Shirley Anne Field)’ in habercisidir. Rachel ve Nasser’ın sevişme
sahnesinde, kadın, iktidardır. Feminist incelemelerden, anketlerden elde edilen
sonuçlar doğrultusunda, Segal’e göre, “heteroseksüel seks kadının iktidara
sahip olduğu ender alanlardan biridir. Kamusal yaşamdaki otorite ve bağımlılıklarına
karşın erkekler, bağımlılığı ve itaati en çok seks anında gösterir. Çoğu erkek
en büyük cinsel zevki kendini güçsüz ve itaatkâr hissederek almaktadır”. (Segal,
1992:260-263)
Sonraki sahnede, Rachel, Nasser
ve Omar’ ı bar tezgâhında sohbet ederlerken gösterir. Omar babası ile ilgili
yaptığı betimlemede prezervatife gönderme yapar ve bunun üzerine Nasser
tarafından azarlanır. Özellikle 1980’lerin başında ortaya çıkan ve eşcinsellere
genel bakışı ciddi şekilde olumsuzlayan AIDS hastalığıyla mücadelenin en temel
araçlarından biri olan prezervatif, eşcinsel ilişkilerde, tek gecelik
heteroseksüel ilişkilerde kullanılmaya yeni başlanmıştır. Nasser bu görüşmenin
devamında babası gibi başarısız bir genç olduğunu düşündüğü Omar’ a bir nasihat
verir. Burada geçen diyalogda şunları söyler:
Nasser – Hem sevdiğimiz hem de nefret ettiğimiz bu
kahrolasıca ülkede, istediğin her şeyi elde edebilirsin. Her şey dışarıda
yayılmış ve kolayca ulaşılabilir. İşte bu yüzden İngiltere’yi seviyorum. Sadece
sistemin memesinden sütü nasıl sıkacağını bilmelisin.
Nasser böylelikle Omar’ı oğlu yerine koyduğunu ve babasının
sağlayamayacağı yolu ona açacağını anlatır.
Bu diyalogla, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan’ın liderliğinde tıkanan
küresel kapitalizmi rahatlatmak amacıyla dünyaya yayılan yeni-liberal
politikaların sonucunda serbest piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü ve paranın
her şey demek olduğu Thatcher İngilteresi’ nde sistemin özelliğinden
yararlanarak orta sınıf bir burjuva olmayı başarmış olan Nasser’ın, Omar’ la
ilgili planlar yaptığını ve başarısız gördüğü solcu abisinin elinden Omar’ı
çekip kurtararak, kendi dünya görüşü üzerinden ona yeni bir hayat sunmaya
çalışacağının sinyalleri verilmiş olur. Nasser’ın planını bir sonraki sahne tam
olarak açık eder. Omar’ ı araba
temizleme işinden muhasebeye alan Nasser, onun hırsını ve çalışkanlığını
ödüllendirmek için ona araba hediye eder ve evine davet eder. Omar, amcasının
iş ortamındaki mevkii yükselmiştir, üstelik ailenin bir parçası olmak üzeredir.
Seyirci burada bir ikirciğin karşısında bırakılır: sınıf atlamış amcanın
iktidarı mı? İktidarsız baba mı? Tolson’a göre,
erkek çocuk için erkeklik, (bir iş ve iktidar dünyası vaat
ettiği için) hem gizemli, hem çekici; aynı zamanda da (garipliği ve duygusal
uzaklığı nedeniyle) tehlikeli bir şeydir… Bu eşzamanlı uzaklık ve çekicilik,
bireyin bir şekilde üstesinden gelmek için gayret etmesi gereken, sürekli bir
duygusal gerilim olarak içselleştirilir.(Tolson’dan aktaran Segal, 1992:129)
Bu
durumda işi üzerinden iktidar sahibi olmak isteyen Omar’ın tercihi açıktır.
Evden dışarıda olmak ister. Film bu noktada seyirciyi bu duygusal gerilimin
Omar’ da nasıl görüneceği sorusu ile baş başa bırakır?
Üniversiteye gitmesi ve Nasser’ a
güvenmemesi konusunda babası tarafından tekrar uyarılan Omar, davette Nasser’ın
ve Salim’in aileleriyle tanışır. Salim’in eşi Cheery’ nin ağzından duyulan sözler
Karachi’ye duyulan özlemi, sıla hasretini ifade eder. Aradan geçen 30-40 yıllık
zamana rağmen hala İngilizleşemedikleri anlaşılır. Kendisi gibi ikinci kuşak
göçmen olan kuzeni Tania ile karşılaşan Omar, haremlik selamlık şeklinde
kurulan davette erkekler tarafına geçer. Halen Pakistan’da belediye
otobüslerinde bile bu uygulama devam etmektedir. Doğu toplumlarına özgü
cinsiyet rollerine ilişkin bu sınıflama bir Avrupa ülkesinde geçen onca zamana
rağmen değişim göstermemiştir. Erkeklerin ortamı ise kadınların steril ve
aydınlık ortamına göre sigara dumanı, alkol ve kahkahalarla kaplı sıkışık bir
odadır. Kadının ve erkeğin toplumsal cinsiyet rollerine yapılan bu ciddi
göndermede Nasser, davetlilere Omar’ın babası ve annesinin evlilik öncesinde
yaşadıkları seksi anlatmaktadır. Davetlilerden Hussein’in Bombay’da son derece
ünlü bir gazeteci olduğu da bu arada seyirciye duyurulur. Bu esnada odadaki
bahçeye çıkan Tania, göğüslerini Omar’ a göstererek onu ilişkiye davet etmedeki
ısrarını sürdürürken, odadaki diğer erkekler arasında Omar’ ı tam bir erkek
yapma konusu üzerine bir diyalog geçer. Tania ile kış bahçesinde geçen
konuşmada Omar’ ın yükselme tutkusunu, Tania’ nın ise Omar’ ın işlerin başına
geçerek müstakbel kocası olması yolundaki isteğine karşın, aslında özgürlüğünü
arayan ve aile kurumundan nefret eden bir kız olduğunu anlaşılır. Gene de bir
aile kurup, mirası erkek çocuğa aktarma düşüncesi kadınlar tarafından da
içselleştirilmiştir. Babanın gayrimeşru ilişkisinin aileye verdiği sıkıntı da
satır aralarında seyirciye duyurulmuş olur.
“Erkek veya kadın olmanın ne
anlama geldiğinin, kişinin cinsiyetiyle belirlendiği bir toplumsal cinsiyet
rolü olduğunu” iddia eden Connell, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilere
temel oluşturan üç ana yapının tespitini yapar; “emek, iktidar ve kateksis.
Connell eril iktidarın erkeğinin ve kadınlık rollerinin işgücü içinde
oluştuğunu, buradan statü kazandığını ve iktidarı ürettiğini ve erkeğin arzusu
içinde konumlandığını ileri sürer”. (Connell, 1998:131-163) Toplumsal cinsiyet
rolü içinde işgücünden sağladığı erk, erkeği ailenin reisi yapıp kadını ikinci
sınıf cinsiyete dönüştürürken, arzusu, bir taraftan kendi kadınlarının
cinselliğini baskı altında tutmaya çalışırken diğer taraftan başka kadınlar
üzerinden erkekliğini ispatına ve çokeşliliğe davetiye çıkartır. Bu durum
genellikle doğalmış gibi görünür. toplumsal cinsiyeti, iktidar ilişkilerini
belirgin kılmanın asli yolu olarak tanımlayan Scott, her ne kadar bunun kaynağı
bilinemese de “cinsler arasındaki eşitsizliğin kaynağının cinsler arasındaki
eşitsiz ilişkilere dayandığını” (Scott, 2007:17-38) ifade eder. Nasser’ın evde verdiği davetle ilgili sekansın
tamamı, kadın ve erkek arasındaki statü, davranış kalıpları, aile içi ilişkiler
ve Omar’ ın davası Connell’ in tartışmasına hayli malzeme sunmaktadır.
İngiliz toplumunun solcu,
komünist bir gazeteciye iş vermesinin imkânsızlığı üzerine gelişen sohbette
İngilizler ırkçı bulunur ve onların vermediklerini zorla almak gerektiği
konuşulur. Thatcher’ın göç kavramıyla ilgili ünlü konuşmalarından birinde geçen
şu sözler bu bağlamda dikkat çekicidir.
Bu şekilde devam edersek, yüzyılın
sonunda 4 milyon Yeni Ulus ve Pakistan olmuş olacak. Sanırım [şu anki göç
oranı] insanların bu ülkenin farklı kültürden gelen insanlarca bataklığa
sürükleneceğinden ciddi anlamda korktukları anlamına geliyor. İngilizler
demokrasi için, hukuk için o kadar büyük şeyler yaptılar ve dünya çapında o
kadar büyük işler başardılar ki eğer bunların yok edileceğine dair herhangi bir
korku varsa, bu insanlar gelenlere karşı düşmanca olacaklardır (Morrison’dan
aktaran Özsaraç,2014;43).
Özsaraç’ın da açıkça ifade ettiği üzere,
İmparatorluğu
kaybetmesiyle birlikte ulusal kimliğine duyduğu güveni azalmış, savaş öncesinde
farklı ülkelerde, farklı insanlarla, farklı kültürlerle etkileşim içinde olmuş
olan İngiltere bu dönemde meydana gelen çok kültürlü bir toplumun
farklılıklarını zenginliğe çevirmek yerine, yüzünü yakın değil uzak geçmişe
dönerek milliyetçilik ve ırkçılık politikası izlemiştir (Özsaraç,2014;44).
İngiltere’nin devletler
düzeninde sömürgelerini kaybederek sarsılan yüceliğini tekrar inşa etmek ve saf
bir İngiliz milli kimliğine yapılan herhangi bir tehdidi ortadan kaldırmaya
yapılan vurgu önemlidir. Özellikle Thatcher’in 1981 tarihli “Vatandaşlık Yasası”
ile birlikte doruk noktaya ulaşan ırkçı söylem, işsizlikle beraber sokakları işgal eden ırkçı
toplulukların faşist ideolojilerini inşa etmiş ve sokaklarda cadı avını
başlatmıştır. Bir sonraki sahne bu durumu net bir şekilde tasvir eder. Davette
çok sarhoş olan Salim ve eşi Cherry’ yi evine bırakmak üzere şoförlüklerini
yapan Omar, yolda ırkçı bir çetenin taciziyle karşı karşıya gelir. Topluca
dayak yemek üzereyken Omar, gruptan uzakta bekleyen Johnny’ yi tanır ve ona
doğru ilerler. Johnny, Omar’ın çocukluğundan beri tanıdığı eski bir arkadaşıdır
ve bu karşılaşma sayesinde bu tehlikeli grubun elinden kazasız belasız
kurtulurlar. Bu sahnede, Omar’ın annesinin önceki sene tren raylarına atlayarak
intihar ettiğini öğreniriz. Bu konuşmada ayrıca Johnny’nin ailesiyle
anlaşamayan ve sokaklarda yaşayan bir işsiz olduğu da duyurulur. Tekrar
görüşmek üzere sözleşip ayrılırlarken Johnny’nin, Omar’a yönelttiği “ Boşver
onları, bir şeyler yapabiliriz. Sadece ikimiz” teklifi Omar tarafından reddedilmesine
karşın, ikisinin de yüzüne yerleşen samimi gülümseme dikkat çeker. Geçmişte kalan
köklü bir arkadaşlığı çağrıştıran bu replik, zamanlaması nedeniyle anlatıda, aralarında
yaşanacak eşcinsel ilişkiyi henüz çağrıştırmamaktadır. Geriye dönük olarak
filme baktığımızda aralarında geçmişte bir sevgililik yaşandığı yönünde bir
işaret olabilir ama bu konu Kureishi ve Frears tarafından filmde genel olarak bulanık
bırakılmaya çalışılmıştır. Bu bulanıklık, takip eden sahnede Omar’la babasının
Johnny hakkındaki konuşmalarında daha net hissettirilir. Omar’ın 5 yaşından
beri tanıdığı ve çok sevdiği arkadaşı ile karşılaşmasını Hussein hiç hoş
karşılamaz. Onu faşist biri olmakla itham etmekte, hatta geçmişte çok ileri
gittiğini düşünmektedir. İngilizlerin ırkçılığına karşı çaresizliklerinden şikâyet
eder. Geçmişte yaşananlar anlatıda şimdilik belirsiz bırakılmıştır.
Omar, babasının muhalefetine
rağmen Nasser’ı ikna eder ve tam bir zarar makinesine dönüşmüş çamaşırhanenin
yetkilisi olmayı başarır. Maddi durumunu düzeltmek için ise Salim’in havaalanından
alınması gereken videokasetlerle ilgili kuryelik teklifini kabul eder. İlk teslimatı
yapmak üzere Salim’in evine girdiğimizde, onun saçlarına ve cildine bakım yapan
bir metroseksüel ve resim sanatına ilgi duyan ciddi bir koleksiyoner olduğunu
öğreniriz. Bu sahnedeki ev dekoru ve tiplemelerin yaşam alışkanlıkları,
davranış rolleri, Salim ve karısını, filmdeki karakterler içerisinde en çok
asimile olan göçmenler olduğunu hissettirir. Omar’ın kuryelik yaptığı videokaseti
izlemesine öfkelenen Salim, onu biraz hırpalar. Omar, bu tehdidi Johnny’yi işe
almakla giderir. Bununla da yetinmez ve ikinci kuryelik işinde uyuşturucuları
el altından elden çıkartarak finans sorunlarını çözebilecekleri konusunda onu
ikna eder. Suçtan uzak bir hayat kurmak
isteyen Johnny, Omar’ın bu talebini yerine getirir ve beraber Salim’i
kazıklarlar.
Çocuklarına ayak masajı yaptıran
Nasser, kızı Tania’ yı Nasser’la evlendirerek mülkiyetini aile içinde üstelik
kendi kanından bir erkek üzerinden devam ettirme hayalinden söz eder. Engels’in
araştırmalarına göre, “bu aile sistemi tarih öncesi toplumlarda kurulmuştur. Çocuklar
erkeğin soy kütüğüne bağlıdır ve babalık miras hukukuna geçilmiştir. Bu durum
kadının köleleşmesine, erkeğin keyif ve çocuk doğurma aletine dönüşmesine,
erkeğin ise iktidar koltuğuna oturması anlamına gelmektedir. Bu durum aynı
zamanda tek eşli aile yapısına geçmek gibi görünse de, erkek özgürdür. Kadın
ise soyun tespiti için tek eşli olmak zorundadır” (Engels, 2003:55-57). Nasser’in,
aile yapısında, çocuklarıyla ilişkilerinde, iş ve aşk hayatında, anne-kız
ilişkisinde, babalık hukukuna dayalı patriyarkiye tanıklık ederiz. Nasser’ın
çevresiyle kurduğu tüm ilişkiler, Connell’in cinsiyet ilişkileri ile ilgili
teorisi üzerinden okunabilir.
Omar, Johnny’ yi amcasıyla
tanıştırır. Johnny hiç istememesine rağmen birkaç evi işgal eden evsizleri
zorla evden çıkartma işini yapmak zorunda kalacağı bir teklif alır. Bu, filmin
açılış sahnesindeki rollerin değişeceği anlamına gelir. Eve dönüş yolunda
birdenbire öpüşmeye başlayan çift seyirciyi şaşırtır. Nasser’in evinin
kapısının önünde, Tania’nın şüphelenme kırıntısı dışında birdenbire verilen bir
bilgidir. Üstelik bu öpüşme iki tarafın tereddütsüz bir şekilde hatta sanki ilk
defa olmadığını hissettirecek doğallıkta gelişen uzun süreli bir öpüşmedir.
Karakterlerin rahatlığı ve meselenin normalleştirilmesi, Yeni Queer Sinema için zemin yaratmıştır. Yeniledikleri
çamaşırhanenin açılışından önceki sevişme ise fazlasıyla erotiktir. Hatta o
kadar erotiktir ki Nasser ve Rachel’e yakalanacakları endişesini doğuracak
kadar özdeşleşme yaratır ki, seyirciyle gey karakterler arasında kurulan
özdeşleşme ile Queer sinemanın metodolojisine girilmiş olur. Queer Sinema seyirciyi karakterle
özdeşleşmeye davet ve teşvik eder. Böylece bir heteroseksüelin, gey, lezbiyen,
biseksüel veya trans-kimlik ile özdeşleşmesi söz konusu olabileceği gibi, “
öteki “ olarak ifade edilen farklı ırk ve sınıftan karakterlerle özdeşleşmesi
mümkün olabilmektedir (Benshoff ve Griffin’den aktaran Erkılıç, 2013:241)
Nasser ile Johnny’nin işsiz bir
şairi evden attıkları sahnede Nasser, profesyonel bir Pakistanlı olmaktan
ziyade profesyonel bir iş adamı olduğunu ve yeni özgürlükçü düşüncede ırk
ayrımının olmadığını anlattığı konuşmasında, göçmenlik sonrası gelişen
melezleştirme politikalarının itkisi büyüktür. Wambu’ ya göre,
İngiltere’den
başka bir yurt ve aitlik hissine sahip olamayan ikinci kuşak yazarlar özellikle
etnik, ulusal ve kültürel kimliğe yeni bakış açıları sunmuşlardır. Ailelerinin
İngiltere’ye geliş hikâyeleri ile büyüyen İngiltere doğumlu yazarlar, “dışlanan
yabancılar (rejected outsiders) olarak
değil, kritik içeriden birileri (critical
insiders) olan siyahi İngiliz olarak kimliklerinin dış hatlarını
oluşturmaya çalışmışlardır.” (Wambu’dan aktaran Özsaraç, 2014: 52)
Wambu bu durumu “Artık
sömürgecilik sonrasından çok kültürlülüğe geçmiştik” diye açıklar (Wambu’dan
aktaran Özsaraç, 2014:52). Kozmopolit ve çok kültürlü Londra’nın merkezinde
İngiliz kültürü ile yetişmiş fakat aileleri göçmen olan Kureishi gibi yazarlar,
bulundukları uzamda kendilerine dayatılan yalnızca “siyahi” veya yalnızca
“İngiliz” kimlikleri ile uzlaşarak melez kültürel kimlikler sergilemektedirler
(Özsaraç, 2014:65). İkinci kuşak siyah edebiyatının derinliği, Demir Lady’nin
politikaları ile de desteklenen melezleşmedir. Birinci kuşak göçmen olan
Nasser’ da bu durumu itiraf etmiştir. Kimlik politikaları ve göçmen meselesi, Queer teorinin bir başka ilgi alanıdır.
Açılışa
Tania’nın gelmesi, Rachel ve Nasser için can sıkıcıdır. Tania ve Rachel
arasındaki konuşma, Nasser ve Omar arasındaki konuşma ile paralel kurgu
yapılmıştır. İki kadın hesaplaşırken, amcası Tania ile evlenmesi konusunda
Omar’a neredeyse baskı yapmaktadır. İki kadının konuşması kadınlık cinsiyet
rolünün temsili açısından önemlidir.
Tania- Babamın metresinin olması
umurumda bile değil.
Rachel – İyi, çok teşekkür ederim.
Tania - Paramızı sana harcamasını da
umursamıyorum.
Rachel – Neden umursamıyorsun.
Tania - Ya da annem yerine seninle
olmasını ama erkeklere yapışıp yaşayan kadınları sevmiyorum. Çok iğrenç parazit
gibi bir şey değil mi?
Rachel – Önce şunu söyle sen kime
yapışıp kalıyorsun. Şunu da anlamalısın. Farklı jenerasyonlardanız, farklı sınıflardan.
Dışarıda her şey seni bekliyor. Beni tüm hayatım boyunca bekleyen tek şey
babandı.
Diyalog ekonomik özgürlüğünü
kazanamayıp erkeklere tabiyete rıza gösteren iki kadının yüzleşmesidir. Kadının
ekonomik nedenlerle düştüğü durumu açıklayıcı bir başka öğedir.
Sahnenin devamında Omar, Tania’ ya
kendisiyle evlenip evlenemeyeceğini sorar. Para bulursa evlenebileceği cevabını
alır. Aralarındaki aşktan şüphelenen Salim, durumu Johnny’ye çıtlatır.
İktidarın yarattığı duygusal gerilim burada karşımıza çıkar. Para kazanma
tutkusu Omar’ın aşkının önündedir. Böylelikle Johnny ile Omar arasında ilk defa
bir çatışma yaşandığı görülür. Yediği kazığı unutmayan ve Johnny’yi Omar’ dan
ayıran Salim parasını ister. Omar’ın babasının Benazir Butto dâhil Pakistanlı
politikacılar arasındaki saygınlığından bahseder. Ona göre paran yoksa
İngiltere’de bir hiçsindir. Omar, Johnny’nin fikrini sormadan iki tane daha
çamaşırhane alarak işleri büyütmek gibi girişimlerde bulunur. Beraber
kurdukları işleri ve aşkları ile yetinmeyen Omar, hırsı yüzünden Johnny’yi
incitmeye devam eder. Alışveriş işlerini Salim’le konuşurken, ırkçı grubu görüp
arabasını onların üstüne süren Salim, olayların fitilini ateşlemiştir. Bu olay filmin
finalinin ana çatışmasını oluşturur. Tania beklendiği üzere evden kaçmadan önce
Johnny’ye uğrar ve beraber kaçabileceklerini söyler. Johnny ise Omar’a ve onun
kavgasına sadık kalacağını söyler. Tania kaçarken planları suya düşen üstelik
Rachel’den de olan Nasser, abisi Hussein’e gider ve dertleşirler. Bu sahne, arkadaşlarının
intikamı için Salim’in çamaşırhaneden çıkmasını bekleyen ırkçıların sahnesi ve
çamaşırhanelerine talip olduğu Zaki (Gurdial
Sarı) ile yürüyüşe çıkan Omar’ın sahneleriyle paralel kurgulanmıştır. Irkçı
grup tarafından linç edilmek üzereyken, Johnny kavgaya müdahale eder. Bu sefer
Johnny linç edilmek üzereyken Omar yetişir ve onu grubun elinden kurtarır.
Yaptıklarından pişman olan Omar, aşkını tercih eder ve Johnny’ nin gönlünü
almayı başarır. Banyoda yarı çıplak yaralarını temizlerlerken kaybettikleri
neşelerine de kavuşmuşlardır artık.
Benim
Güzel Çamaşırhanem,
dönemin İngilteresi’ne eleştirel bir bakış getirmiş, mevcut ekonomi politiğinin
yarattığı sınıfsal çelişkilerin yanında ırkçılık, göçmenlik, melezlik ve aile
meselelerini de sorgulayan niteliği ile toplumsal eleştiri gücü yüksek filmlerden
biridir. Bunların yanı sıra siyahi göçmen sinemasının ve Queer sinemanın başarılı bir örneğidir.
Bir
kavram olarak, birçok kişi için yalnızca eşcinselleri tanımlamak üzere
kullanıldığı düşünülen ya da doğrudan gey ve lezbiyen öznelerle
ilişkilendirilen queer, insan cinselliğini yeni baştan ele alan kuramsal bir
yaklaşımdır. Yalnızca kişisel oryantasyon ya da eylem olarak görmediği
cinselliğin, bu oryantasyon ve davranışları var eden koşulları belirleyen ve
oluşturan toplumsal, kültürel ve tarihsel faktörleri de içeren geniş ve
karmaşık bir alan olduğunu varsayan queer kuram, toplumsal cinsiyet ve
cinsellikle ilgili özcü ya da biyolojik yaklaşımları reddeder. Queer kurama
göre, toplumsal cinsiyet ve cinsellik akışkan ve toplumsal olarak inşa edilmiş
olgulardır. Queer film çalışmaları, queer kuramdan aldığı kültürel analiz
modelinden yararlanarak sinemanın heteroseksüel olmayan cinselliklerle
ilişkisini araştıran, bu arada ‘gey ve lezbiyen sinema’ kavramını da sorgulayan
bir alandır (Benshof’tan aktaran Ulasay 2011:9 ).
Gey karakterlerinin ilişkisine
yönetmenin ve yazarın bakışı, eşcinsel ilişkinin temsili önceki filmlerden çok
farklıdır. Ataerkil sistem içinde temsil edilmesine rağmen heteronormativenin
kodlarını kullanmaması ve karakterlerinin eşcinsel ilişkisinin
normalleştirilmiş sunumu filmi değerli ve istisnai bir örnek haline getirir.
KAYNAKÇA
Arcan, H. E., (2011), “Queer Sinema: Sinemada Cinsel
Azınlıkların İnşasına Eleştirel Yaklaşım” Sinema
Araştırmaları: Kuramlar, Kavramlar Yaklaşımlar. Derleyen Murat İri,
İstanbul: Derin Yayınları.
Connell, R. W., (1998), Toplumsal
Cinsiyet ve İktidar, İstanbul Ayrıntı Yayınları.
Davies, S. P., (2010), Eşcinsel
Sineması Tarihi: Sinemada Görünür Olmak, İstanbul; Kalkedon Yayınları.
Engels, F., (2003), Ailenin,
Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, İstanbul ;Eriş Yayınları.
Erkılıç, S. D., (2013), “Queer Sinema” Sinema Kuramları - 2, Beyazperdeyi Aydınlatan Kuramlar, Editör
Zeynep Özarslan, İstanbul;Su Yayınevi.
Ryan, M., Kellner, D., (2010), Politik Kamera: Çağdaş Hollywood Sinemasının İdeolojisi ve Politikası, İstanbul;
Ayrıntı Yayınları.
Özsaraç, H., (2014), Siyahi İngiliz Bildungsroman:
Hanif Kureishi’nin The Buddha Of Suburbia, Andrea Levy’nin Fruit Of The Lemon Ve
Dıran Adebayo’nun Some Kind Of Black Romanlarında Diaspora Kimlikleri, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Scott, J. W., (2007), Toplumsal
Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel Analiz Kategorisi, İstanbul; Agora Kitaplığı.
Segal, L., (1992), Ağır
Çekim: Değişen Erkeklikler, Değişen Erkekler, İstanbul; Ayrıntı Yayınları.
Ulusay, N., (2011), “Yeni Queer Sinema: Öncesi ve Sonrası”, Fe Dergi:
Feminist Eleştiri Cilt 3, Sayı 1.
Ankara
Serkan Çiftci
Mersin Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Radyo, TV ve Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Programı
Mersin Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Radyo, TV ve Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Programı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder